Üniversitenin kapısındaki, "Pardon yüksek için başvuruyu buraya mı yapıyorum?" diye cümle kurmaya çalıştıım sırada suratıma bakıp bana kağıt uzatan güvenlik görevlisi. Sen biraz sempatik gibiydin. "Numaramızı kaçırdık biz ne zaman giricez?" diyenlere "Numarasını kaçıranlar cezalı olduğu için 15 dakka bekliyo burda, sonra içeri alıcaz" filan diyodun ilginç telaffuzunla.


Binanın içinden çıkıp etrafa şöle bi baktıktan sonra düzenin şart olduğuna kanaat getiren diğer adam. O sıcakta tek gölgelik yer olan bahçeye girip "Burayı boşaltın" dedin. Sonra gidip, çitle ayrılmış küçük alanda banklarda oturanlara da "Duymuyor musunuz, boşaltın burayı" dedin. Oturan kişiler "Ne zararımız var ki burada?" dediklerinde sadece söylediklerini tekrar ettin. "Peki tamam boşaltalım ama neden?" gibi bir soru geldiğinde "Hanfendi, gerekli ya da gereksiz, farketmez. Sorgulamayın, boşaltın diyince boşaltın." dedin. Sen gerçek miydin ya da içinden çıktığın bina üniversite diil miydi, kafam karıştı, bilemedim.

"Sıra numaranız çok yüksekse, ister misiniz kendi numaramı vereyim" diyen, başvurudan vazgeçmiş sevgili kız. Beni 776. kişi olmaktan 635.liğe terfi ettirdin. Sen kesin melektin.

Nooldu Şimdi

Sınavlar bitti, teslimler bitti, sunumlar bitti, kokteyl bile bitti.


Teslim ettiğim 3 ödev kayıplara karışmış, yarın ya da sonraki gün santrale gitmem gerekicek bu yüzden.

Ideabox'ım da hocada kaldı ve içindeki objelerden biri Denizcan'ın bana yaptığı kitap ayracıydı. Onu geri almam lazım bişekilde.

Gezmeyi dolaşmayı unutmuşum, gezerken "ee, niye geziyorum ki şimdi" diye düşünüyorum.

Sadece 1 haftadır boşum ama yazmayı da unutmuşum sanırım, şimdi farkediyorum.

Şahin'in bloguna benzedi bi an. :P

Babaannem hala bizde: Sabahları bir avuç badem yiyo, geceleri de dondurma saatini iple çekiyo. Gün ortasında ise mutfakta oturup televizyon izliyo, dizilerdeki karakterlere sinirlenip fırça atıyo. Olur da bir iş için mutfağa girecek olursam, ben daha önümdeki adımı düşünemeden o soruyo. Yetişmeye çalışıyorum. (Makarna mı yapıcaksın? Niye makasla açmıyosun? Tahta kaşık mı arıyosun? Sonuna kadar aç mıycak mısın kaynasın? Bilmiyoruuuummm)

Sıkış tıkış bişiler yetiştirmeye çalıştığım sıralarda daha çok dizi izliyodum. Dizi izliyim diye kalkıyorum, sağa sola bakana kadar gece oluyo, 1 bölüm izleyip yatıyorum.

Ama daha çok kitap okuyabiliyorum.

Yükseklisans konusu aklımı çok meşgul ediyo. İstanbul'da, özel olmayan bir üniversitede Sinema Tv yükseği yapmak istiyorum. Ama hangisinde? Niye onu seçiyim? O beni niye seçsin?

Haziran'ın sonuna doğru katılmamızı önerdikleri bir reklam yarışması varmış. Yarışmaya katılmak ister miyim? Belki uğradığım tembellik şokunu biraz hafifletir mi? Belki de yarışmalara alerjim yoktur?

Denizcan'ın sınavları kolay geçsin istiyorum.

Parfüm blogum Türkçe olarak geri dönüyo. Geri dönüyo demeye utanıyorum gerçi, 1 post var sadece. Bu sefer sanırım bırakmıycam peşini, öyle umuyorum.

Sonunda kullanmayı bilmediğim bir Photoshop'um var!

Artık Hayyam'a gitmeli, Nikon d90'ı kapmalı.

Darmadağın da olsa toparlamış olayım böylece içinde bulunduğum ve fazla yazmadığım dönemi. (Oximoron dedikleri anlamsal bir hata mı yoksa söz sanatı mı acaba? Darmadağın toparlamak? Sanattır umarım :P)






Home Sweet Home

Gelecekteki evimle ilgili çok hayal kuruyorum buaralar. Çocukluumdan beri kurup dururum zaten. Neyse işte, giderek daha net görünmeye başlıyo ama gözüme. En azından eskisi gibi, farklı farklı tarzlar beyenip, tek bir evin odalarına paylaştırmaya çalışmıyorum uzun zamandır. :)

Neler istiyorum:

Salon olması amacıyla inşaa edilmiş, diğer odalardan daha yüksek tavanlı ve büyük pencereli bir oda istiyorum öncelikle. Ama bu odayı salon olarak kullanmamak, çalışma/yaratma alanı olarak kullanmak istiyorum. Tapınağım olsun orası. Kara tahta, tebeşirler, bin türlü boyalar, grafik/müzik için bilgisayar (tercihen "grape" renkli iMac :) ), keçeler, kumaşlar, dikiş makinesi, cam boncuklar, taşlar, saten ipler, alçı, ahşap, alet çantası, mine yapmak için bir adet fırın, ve daha niceleri.

Salonum ise daha küçük olsun. Duvarları işlenmemiş ham beyaz kireç görüntüsünde olsun. Bir duvarda cam tuğlalar da kullanabilirim. Ya da gerçek tuğla görüntüsü. (Sırf mağazasının girişinde tuğlalar var diye Lee'ye bayılırdım mesela küçükken. İlla biyerlerde kullanıcam bu tuğla olayını) Işıklandırma da cam küplerden oluşsun mesela, loş olsun. Işıklandırma konusunda ütopyam: TGI Friday's'teki gibi Tiffany vitraylı avizeler!! Mobilya olarak da "alçak mobilya" düşkünüyüm genel olarak.


Bazı duvarlarım boydan boya kitaplarımla kaplı olsun ve buraya bir de ahşap merdiven yaslanmış olsun istiyorum. Küçük bir Robinson Crusoe 389 dokunuşu. :)

Görüldüğü gibi renkli duvara çok düşkün diilim. Doymuş da olabilirim. (Tek bir duvara tablo muamelesi yapıp koca bir resim çiziyolar bazen, o hoşuma gidiyo, ama arada kalmış, küçük duvarlara yakışıyo o. )

Amaaa kapılarım renkli olsun istiyorum. Renkli ahşap kapıları olsun odalarımın. Anahtarlarına ise anahtarlıklar takmayı düşünüyorum. Otel tandansı yakalıycam yani bir nevi. Kapılarımdan bir tanesinin ise asimetrik bir cam kısmı olsun ve o cam vitraylı olsun istiyorum.

Yerlerde taş döşeme seviyorum. Google'da aradım, bunu bulabildim. Çok daha harika şekillileri de var, özellikle siyah beyaz gri tonlarda ve de parlak. Neyse, abartmadan, gözü yormadan böyle döşemeli yerler istiyorum, en azından koridorlarda, girişte veya bir odada.

En renkli, espirili filanlı falanlı şeyleri mutfağa yakıştırıyorum. Çiçekli böcekli ekmek kızartma makinem, bulaşık fırçam, M&M's kavanozum vesairem hazır zaten. :) İştah açıcı bir mutfak istiyorum, baharatlıklarda Ikea'nın ilginç çözümlerinden yararlaniyim, bir adet servis arabam olsun, Kitchenaid'in muhteşem meyve sıkacağından aliyim, bir yanda dekor olarak Mudo'daki nostaljik minyatür mısır patlatma arabalarından olsun filan falan istiyorum. Güzel kartpostalların içine yemek tarifleri yaziyim istiyorum. Dolapların içinde tabak çanaklarım inanılmaz düzgün dursun, kolaylıkla çekip aliyim, birini almak için 10 tanesini kaldırmak zorunda kalmiyim istiyorum. Buzdolabım ya renkli retro şeylerden olsun, ya da koca, ankastre bir depo olsun istiyorum. Açık mutfağa da sıcak bakabilirim. İşte mutfağımın boyutuna ve evin geneline göre değişecek bunlar.

Yatak odamda yıllardır istediğim tek bişey var ama o da masraflı baya. Bir adet küçük gardrop. (Kıyafet sığdırmak için hep koca koca gardroplar kullanmanın hüznünden böylece kurtulucam.) Gardrobun kapağını açında, bir de bakıyoruz ki içi boş, arkası da boş. Aslında bu gardrop bir kapıymış! Gardroptan içeri girince yeni bir odaya giriyorum ve bütün kıyafetlerim, ferah ferah, yazlık kışlık, hepsini görebileceğim şekilde renkleri ve modellerine göre düzenlenmiş. Ayakkabılarım, çantalarım ve kemerlerimle beraber! Lütfeeeeeeeeennn. Bi de tuvalet masamın üstünde, nostaljik teneke kabartmalı parfüm reklamlarından olsun.

Banyo hakkında bir dolu seçeneğim var, yine aksesuvarları şimdiden biriktirmeye başladım. Kısa tutiyim, şöyle diyim: Şık, ahşaplı-turkuazlı bir banyo istiyorum. Ve ayaklı küvet!

Evi mümkün olduğunca nötr tutarak, değişiklik istediğim zaman sadece aksesuvarları değiştirebilmeyi planlıyorum. Bu vazo, saksı türü şeylerde de buaralar en çok sevdiğim şey, "taştan yapılmış, birazı renkli bir boyayla boyanmış, bir kısmı ise ham kalmış" görüntüsü. Ayrıca evimdeki boruların bazılarının dışarıdan geçmesi ile hafif endüstriyel bir hava da yaratmayı düşünüyorum. Öhöm. Duvarlarımı genel olarak çerçevelenmiş teneke reklam afişleri süslesin istiyorum ama salonda bir tane de "jazz trio" tadında tablo istiyorum: 3 anarenkten oluşan dev ceketleriyle siyahi müzisyenler, enstrümanlarını yıldızlı bir gökyüzü altında ve ahşap bir köprünün kenarında çalmaktalar. Ceketler dışında tablo oldukça karanlık ve de çok ayrıntılı bir çalışma değil. Bu tabloyu nasıl bulucam, merak konusu cidden.

Peki ya şimdiden alıp durduğum renkli teneke kutular, minyatür atlıkarıncalar ve teddy bear'lar noolcak? Göz yormıycak mı? I ıh yormiycak. Yormiycak hale getiricem. Hepsini bir camlı dolaba koyabilirim mesela. Bir arada dururlarsa, baktıkça güzelleşen bir dolap şeklinde algılanabilirler. Incık cıncık olarak diil.

İşte aklıma ilk gelenler bunlar. Zaten şimdiden okunmayacak kadar uzun bir post oldu ama yolda izde "nasıl atlarııım" diyeceğim birsürü şey gelicek aklıma şimdi kesin. Böyle dursun bakalım, olur da gerçekten bir evim olursa ne kadar zorlıyabilicem bu hayali, görelim.
(Evin dış kısmıyla ilgili hayallerime ise bbpmd)

Bi de Denizcan'ı çok seviyorum, evimde bitane olsun, odalarda gezsin, playstationlarını kamufle edecek dolaplar ariyim istiyorum.

Emily the strange?

Efendim, ilkokulda birgün sınıfça Sarı Zeybek izletilmiştik ve sonrasında çocukluğumun kabus kısmı başlamıştı. Gündüz vakti bile yalnız kalamıycak kadar etkilenmiştim belgeselden, annem çamaşır asıyosa balkonda, yemek pişiriyosa mutfakta takılıyodum. Bütün gün, gece dişimi fırçalamak için evin arka kısmına yalnız başıma gitmem gerekecek olan anı korkuyla bekliyodum filan. İşin kötüsü kısa filan da sürmemişti bu dönem. Salonda uyuyo, annemler yatarken de annemlerin yatağına yatırılıyodum. Ola ki ben uyuyunca beni önceden yatağa götürmüş ve salonda oturmaya devam etmiş olsunlar, ben de uyanıp kendimi yatakta yapayalnız buliyim, salona koşup kıyameti koparıyodum. Psikologları daha 2. seansta "iyileştim" diye kandırdığım için onların da bir faydası olmuyodu. 


Sandwich: Zaten ilkokul 5'teyken babam bigün mutlu mutlu gelip, kardeşim olacaını söylediinde de ilk tepkim "olamaz, hayır, ben sizi hiç yalnız bırakmadım ki!" demek olmuştu, acayip bozulmuştum. Sonra aldırması gerekti zaten annemin. Ona daha da çok üzülmüştüm.


Bu zamanlarda asıl sorun, yatar vaziyette durduğumda kendimi ölüm döşeğinde gibi hissetmemdi. Atatürk öldüyse kendimin de öleceğim konusunda bir aydınlanma yaşamıştım ve tek kişilik yatağıma ne zaman yatmayı denesem nefes alamamaya başlıyodum. 

Ortaokulda erkeklerden hoşlanmaya ve tek başıma hayal kurma ihtiyacı duymaya başlamama dek bu böyle gitti. Sonra kendi odamda yatmaya başladım. Zaten mobilyalarım ve dolayısıyla yatağım da deişmişti. Bi şekilde bütün o kabusu eski yatağımla özdeşleştirdim ve artık güvende olduğuma karar verdim.

Bütün bunlar niye aklıma geldi: Bu hafta bir ara yine anneannemlerdeyken, odasına giriyim, son zamanlarını geçirdiği yere bakiyim dedim. Ve benim o eski yatağımda öldüğünü farkettim. Zaten biliyodum o yatağın aile içinde el değiştirdiğini (güzel bişeydi) ve hatta anneannemlerde olduğunu, ama hiç bu şekilde düşünmemiştim. Öyle işte, ürpertici bir tesadüf oldu benim için.

Rüyamda ajansta yeni bi müşteri için çalışmak üzere beyaz tahtayı önümüze almış hazırlanıyoduk. Tahtayı temizlerken Kadri Hoca geldi ve neden hala başlamadığımız konusunda sinirlendi. Yeni işimizde, ilanlarda andımıza göndermelerde bulunmamız gerekebileceğini, bunun için önce andımızı biliyo olmamız gerektiğini, ve hadi bakalım, ortaya çıkıp ezbere okumamızı söyledi.

Ceren - Ezgi - Şahin şeklinde ajanstaki koltuğun önüne sıralanmış, hocanın ciddi olup olmadıını anlamaya çalışıyoduk. En başta ben olduum için bana başlamamı söyledi sonra Kadri Hoca. Ben "türküm doğruyum çalışkanım" dedikçe bilgisayarlarının önünde oturan bütün ahali tekrarlıyodu. "yükselmek, ileri gitmektir" dedikten sonra takılıverdim. Kadri Hoca'nın sakin ve anlamlı bakışlarının altında düşündüm düşündüm düşündüm. Sonra "şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda" diye bi yer vardı ama?" dedim. Sonra kendi dediğimden utandım ve "ama ama" diyerek uyandım.

...

İzmir'de geçirdiğim 2 hayat kurtarıcı bol evde oturmalı günden sonra bu sabah otobüsüme gitmek üzere taksiye bindik Denizcan'la. 


Babam aradı, "Binmeden arıycaktım sizi ben" dedim, "Tahmin ettim ama olsun, Mitra'yı dolaştırıcam ben şimdi, annen de anneannenin yanında, yine ağırlaştı filan. Ulaşamassın belki diye aradım. Sen arıycağın zaman beni ara da, türkselden rahat konuşalım, şimdiden iyi yolculuklar" dedi, "Tamam" dedim kapadım.

Sonra Susurluk'ta konuşurken yine sesi çok canlı ve iyi geliyodu, annem hala anneannemleymiş, "Hastaneye filan mı gittiler yoksa evdeler mi" dedim, "Evdeler" dedi, "Hıı tamam" dedim kapadım.

Sonra feribotta aradım babamı, çaldı çaldı, sonunda açtı, "Bi saniye Ceren, diğer telefondayım" dedi, bekledim, diğer telefondaki kişiye "Sağolun, sağolun, sağolun" dedi. Sonra bana döndü, neşeli sesiyle "yarım saat sora Küçükyalı'da görüşürüz, alırım seni" dedi, "Tamam" dedim kapadım.

O yarım saat sancılardan çarpıntılardan geçmek bilmedi, çünkü anneannemin öldüğüne kesinlikle karar vermiştim. 1- Babam bi keyifsizliği saklamaya çalışmıyosa bu kadar neşeli konuşmaz, 2- Annem ben uzun yolculuğa çıktığımda illa beni bir ara arar, 3- Babam başka telefonda olduğu halde benim çağrıma cevap veriyosa, ulaşamayıp annemi aramayayım diyedir, 4- Önceki gece annemi "iyigeceler" demek için aramadım, o da aramadı, 5- Babam gerek olmadığı halde ben uzaktayken anneannemin durumundan söz etmez; 2 senedir sürekli ağırlaşıp ağırlaşıp nispeten düzeliyo anneannem, son derece kanıksadığımız bi durum.

Sonunda yerinden fırlamaya çalışan kalbimle otobüsten indim, tek duymak istediğim yanılmıyo olduğumdu, çünkü bu kadar stresten sonra yanıldığımı duysam bile rahatlamıycaktım, ben kararımı vermiştim, yaşıycaamı yaşamıştım.

Babam valizimi aldı, arabaya bindik, yola çıktık, seyahatimin nasıl geçtiğini sordu filan falan. "Ananem nasıl?" dedim, durdu durdu "Malesef dün akşam kaybettik." dedi. Direk cenazeye gittik, sonra Kilyos mezarlığına, yani dedemin (babamın babası) mezarlığına, o da oraya gömüldü. Karadeniz'e yakın olması da anlamlı oldu.

Böylece aile büyüklerimden en çok sevdiğim iki kişiyi de kaybetmiş oldum. Bir keresinde rüyamda, babamın babası olan dedecimle anneannemin sevgili olduğunu görmüştüm. Çok sevdiğim için onları yakıştırmışım demek. Sonra bu rüyayı anneanneme anlatma gafletinde bulunmuştum. Ne zaman bayram seyran olsa, iki aile biraraya gelse, süslü süslü oturup, dedemi işaret edip göz kırpıyodu bana zillicim. Aklıma o geldi. Bi de ben çocukken ve anneannem mısır ekmeği pişirirken sıcacık fırının karşısına oturuşumuz, fırının camına yansıyışımız, herseferinde "Bak biz de pişiyoruz fırının içinde" diyişimiz geldi. Hatta nedense, kaç senedir aynı binada yaşamamıza ve çok yakın olmamıza rağmen bütün gün sadece bu geldi aklıma. 

Rahat uyusun pembecim.

Bir perşembe gününde daha beraberiz. 


 Perşembe günleri ajanstan çıkıp Santral'e, sevgili Atakan Sevgi'nin dersine giren 3 kişiyiz toplam; Ezgi, Suna ve ben. Geçen perşembe günü ajanstaki yoğunluktan dolayı bu sözkonusu dersin iptal olma ihtimalini düşünüyoduk sürekli, "iptal" haberini görme umuduyla online'ı yenileyip duruyoduk. Sonra bir ara Suna, "Kızlar!! Ders iptal!!" dedi. Tanrım bir mutluluk, bir ferahlık. Ki Atakan Hoca'yı ve dersini çok seviyorum ben. Ama gerçekten pilimiz bitiyodu ajansta. 

 Neyse, 20 saniye sora Suna sırıtmaya başladı, şaka yapmış. Kayıp eşeğini bulup tekrar kaybeden manyak bir hocaya döndüm. Gerçekten mutsuz bir andı.

 Bugün otururken, Ezgi de Suna'yı faka bastırmak için, "AA! Ders iptalmiiiş" demeye çalıştı ama yarısında gülmeye başladı zavallım. Suna bir saliselik bir kafa karışıklığı yaşayıp, sonunda zaten hiç inanmamış biçimde mutlu mesut yerine döndü.

 Sonra ders saati iyice yaklaştığı sırada, fotoşop kullanmayı bilen arkadaşım Şahin'in de yanımda boş boş oturup MSN muhabbeti yaptığını farkedince ( hihoho ) hemen şöyle bir şey hazırlayabileceğimizi farkettim:



Kreatif Direktör & Metin Yazarı: Ceren Palaz
Grafiker: Bay Panter

 Anlayabileceğiniz gibi bu bizim okulun online sisteminin screenshot'ı. Ve gördüğünüz gibi oraya bi iptal haberi kondurduk, üstüne bi de f11'e basınca pek gerçekçi göründü. Sonra zıplaya zıplaya Suna'nın masasına gitmek, koluna girip bilgisayarın başına sürüklemek, "Baaaaak!" diyip sırıtmak kaldı geriye. Boynumuza sarılmalar, şükretmeler, zıplamalar, allaaam çok korkunçtu. Yok yani, şaka olduunu söylemeye çekindim resmen. 

 Sonuç: Şaka olduunu söyledik, inanmadı, sora inandı, sonra ne kadar mutsuz olduunu tasvir etmeye çalışmaya başladı, bi de utanmadan "anlıyamassınız" filan dedi, anlarıııız dedik, Santral'e gittik, Tamirane'ye oturduk, talihsiz 2 adet sipariş verdim, yiyemeden kalktım, Suna dersin havasında olmadıı için ilk saate katılmıycaanı söledi (hehe), sonra hiçbi derse girmedi. 

 Kötü bir arkadaş diilim bence yine de. 


Yolda

Eve dönerken dolmuş Beşiktaş'ta trafiğe yakalandı. Işıklarda bekleyen Robocop kılıklı bir polisin elindeki K9, polisin yanında bekleyen mısırcının arabasını yalıyodu çaktırmadan, koca kafasını uzatmış. Çok neşelendim bu işe. Gönlünde mısırcı çırağı olmak yatan kendi halinde bir hayvan, toplum baskısı yüzünden polis çırağı olmuş çıkmış. Kıyamam.

Tonton

Canım Celil Oker bugün (dün) ajansı ziyarete geldi. Yeni kitabıyla boğuşuyomuş ve romanlarının dedektif kahramanı Remzi Ünal, genç bir yazarın kitabında konuk karakter olmuş.


 Herkes neşelendi içeri girdiğini görünce. "Keşke metin yazma sırasında gelseydiniz hocam" dedim. "Neee metni yaa" filan dedi, çay içti, "bu tarafa konferansa çaardılar beni, reklamcılık hakkında, işte.. gevezelik etcem" dedi. Ne stres kaldı ne bişey. Her ajansa lazım.

Trafik

Tam da "bu sene boyunca sabahın bir saatinde yaptığım otobüs yolculuklarında hiç midem bulanmadı" diyebileceğimi düşünürken bugün siftahı yaptık. Yine dakika saymalar, trafikteki arabaları beyin gücüyle ittirmeye çalışmalar, "olmassa ilk durakta inerim" diyip diyip inmemeler. 


 Hem mide bulantısından nefret ediyorum hem de bulantı geçtiğinde geriye kalan "araba tutan küçük çocuk" psikolojisinden. Veri anprofeyşınıl

smiley :)




Uzak mesafe ilişkisi yaratıcılığı besler. :P

Dolmuşta

Bugün eve dönüş için Taksim'den dolmuşa bindiğimde acayip uyku bastırdı, yol boyunca kestirsem ne güzel olur diye düşündüm. Sonra sahil yoluna varınca dolmuşçunun muhtemelen biyerinin kalkıcaanı, arabayı o yana bu yana savurucaanı, o sırada uyumanın pek akıl karı olmadıınıı düşündüm. Sonra "ozaman sahil yoluna kadar uyuyim, hissettiğim ilk ani frende artık uyanmam gerektiğini anlarım" dedim.


Bi güzel uyudum. Sonra ani fren geldi. Hafif dikleştim oturduum yerde, gözlerimi açık tutmaya çalıştım, varmışız sahile. Sonra yanımdaki teyzenin içine dert olmuş, bu yolun çok tehlikeli olduunu, genç şoförlerin de çok kötü araba kullandığını, artık uyumasam daha iyi olacağını söyledi bana fısır fısır. Hak verdim.

Bi de, teyze çok moderndi. Modern insanlara yaşları kaç olursa olsun, "teyze" diyesim gelmiyo, tabi eğer gerçekten teyzem diillerse. Ama diyorum.

Şanşayn

Bu hafta başında Mitra'ya zırt pırt "bıcı bıcı zamanın geldi mi senin oğlum?", "artık bi banyo yaptıralım mı sana oğlum?" diyip hayvancaazı tedirgin ediyodum. Zamanın iyice yaklaştığını anlamış olucak ki Çarşamba günü babama bigüzel feyk atmış dolaşırken. Sahilde çimenlere kakasını yapmış, babam poşetle onu yok etmeye çalışırken diğer tarafa koşup denize atlamış. Madem banyo yapıcaz hakedelim demiş, bi o yana bi bu yana yüzmüş buz gibi havada. Eve gelir gelmez küvete sokulup köpürtüldü, bi de tüylerine bakım yapan şampuanın kokusu şaşılcak derecede güzel, özeniyorum resmen. 


 İki gündür oda kokusu gibi geziniyo evde şimdi.

The title says it all.

:P

İstanbul'daydık

Denizcan'la buluşup Pizza Hut'a doğru düzgün bişeyler yemeye gittik. Büyük bi zevkle ne kadar yorulduğumu anlattım. Konser'e (Quo Vadis) gitsem ayakta durabilir miyim, şüphelerim olduundan bahsettim. Yine de gidelim dedim.


 Gittiğimizde başlamıştı konser ve sesler iyyrençti. Harika bir setlist olmasına rağmen hangi şarkının çalmakta olduğu anca 30. saniyeden sonra anlaşılıyodu, dolayısıyla her bir seyirci ayrı bir sırada o şarkının başladığına seviniyodu. Seyirciler de başlı başına bombaydı zaten.

 Yorgun argın evimize gittik, uyuduk. 

 Cumartesi günü kısacık da olsa Toygar ve Gizem'le buluştuk, tebrik ettik, Gizem'in yüzüğüne baktık. Sonra Hasan amcasıyla tanıştım Denizcan'ın, aynı Toygar. Tatlılar, eylenceliler çok. Ben tabi ortamın temposuna yetişemeyip hanım hanımcık bi kenarda oturdum.

 Sonra Zara'ya gittik Denizcan'la, yukarlarda yetişemediğim çantaları Denizcan alıp verdi bana hep. Fırsattan istifade, sevmediklerim dahil hepsini omzuma taktım baktım.

 Şaşkınbakkal'daki tokacıdaki tokaları Deniz'e gösterip fiyatlarına değip değmiycekleri hakkında fikir almak istedim çok, hemen öncesindeki Nezih Kitapevi'ne girelim dedim yine de. "Ya kapanırsa tokacın?" dedi Denizcan, "Olsun" dedim. Nezih'te Şahin aradı Taksim'deyiz gelsenize diye.

 Ajansta Denizcan'la telefonda konuşurken ben, Şahin telefona eğilip bişiler sölüyo hep, diğer tarafa kaçıyorum. Bi baktım bu sefer de Denizcan telefona eğilip Şahin'e bişiler söylemeye çalışıyo. İki tarafın da ne dediğini anlamıyorum. Sonra Şahin Denizcan'ı istedi, bişeyler konuştular kapadılar.

 Nezih'ten çıktık, bi baktım tokacımın kapısı hala açık, yürüdük, tam içeri giriyoduk, kadın "kapandık" dedi, ışıkları söndürdü. Ben üzüldüm, Denizcan da "Hani üzülmiycektin" dedi, "Ama açık olduunu gördüm, umutlandım okadar" dedim.

 Akşam dizilerimizi izliyceimiz için çok mutluyduk. Eve döndük yerleştik ettik. Sonra Denizcan 5 dakka kola almaya gitti. Sonra benim aklım başımdan gitti. Sonra yine de izledik Lost ve Terminatör'ü. Ben biara Deniz'in başladığı Terry Pratchett kitabına baktım biraz, sanırım 16. sayfaya kadar okudum, çok hoşuma gitti. Ama hep benim okuduklarımdan okumasını istiyorum yine de, onlarda çok eyleniceinden emin olduğum için. 

 Sonra uyuduk. Pazar bol bol didiştik, makale aradık, gülüştük. Didişirken Denizcan Skittles yiyodu çok ciddi bir ifadeyle. Makalede harikalar yarattı, 5'ten fazla makale bulduk. Yonca Hoca'yla görüşmediğim için kaynaklarım onaylanmadan hazırlamam gerekicekti researchümü. (teslimi bugündü) Otobüste yapabiliceğini söyledi sora Denizcim, çok sevindim, emin ellere bıraktım görevimi. Gülüşürken de hep biyandan Denizcan gittikten sonra bunlara bu kadar gülemiyceimi düşündüm.

 Babam hava soğuk olduğu için eve dönmeden aramamı, gelip alıcaanı söyledi. Otobüs 23:00'de kalkıcaktı. Hazırlanıp çıktık. Yolda yürürken sanırım giderayak bir son dakika golü atmiyim diye Denizcan 23küsür dakikalık A Change of Seasons'ı söylemeye ve bana da söyletmeye başladı. Otobüs ve babam aynı anda orada oldular, Denizcan da bizimkileri ve kamyonetimizi görmüş oldu. Ben de ilk defa gördüm, idare eder. Sora el salladık birbirimize, gitti, yalnız kaldım.

İstanbul'daydım

Cuma günü, sağlık sorunum olduğu günler dışında hayatımın en yorucu günüydü sanırım. Sabah ajansta müşteriyle toplantı vardı ve Perran Hoca hepimizin çok aktif olması gerektiği konusunda önceki günlerden uyarılarda bulunmaya başlamıştı. Perşembe gecesi 4'te filan yatmış halde Cuma sabahı toplantıya girdim. Fena geçmedi sanırım. Ezgi de soru sordu müşteriye!!! :)


 -Ajanstan 15:00'te çıkabilicektim ve saat 17:00'ye kadar, araştırmam hakkında bulduğum makaleler hakkında görüşmek üzere Santral'e Yonca Hoca'ya gitmem lazımdı. Saat 15:00'e kadar sürekli ajans saatlerinden çalıp makale aradım. En fazla 2 tane çıkıyordu. 

 -Saat 17:30, 18:00 gibi Onur'la Mecidiyeköy tarafında buluşup anahtarlarını almam lazımdı ki Denizcan'la kalıcak yerimiz olsun. (Malum, babaannem bizdeyken "en kötü ihtimal bizde kalırız" diyemiyorum.) (Parantez içine hep malum şeyleri yazdığımı farkettim.) 

 -Cuma ALES'e başvurunun son günüydü ve bizim okulun başvuru randevuları bikaç gün önceden dolduğu için ortada kalmıştım. Almaya gayet hazır olduğum gazı Denizcim verdi ve Boğaziçi'nden 16:50'ye randevu aldı bana. 1 sene beklememek için bir güncük dişimi sıkmam gerektiği yönündeki düşüncelerimi kendisi de dile getirdi. Bir de İzmir'deki Ziraat Bankası'na paramı yatırıp büyük bir kolaylık sağladı bana sağolsun canım.

 Bu listeden birşeylerin eksilmesi gerektiği açıktı ve Yonca Hoca'yla görüşmemi çıkardım. Hayırlı oldu mu, yakında görürüz.

 Üçe kadar boşuna makale aramış şekilde çıkıp otobüsle Güney Kampüsüne gittim, tam zamanında ALES'e başvurdum, Boğaziçi yokuşlarında yine Belgrad Ormanında idman yapan sporcu tadı yakaladım, tükendim. Okunmazmış orda. :P Üstelik haftasonu eve uğramıycaam için küçük çaplı bir bavul da taşımaktaydım.

 Çok acıktığım için otobüs durağının ordaki markete girip Çokoprens istedim, kalmamış. Bir diğerine giricektim ki otobüsüm geldi. Böylece Onur'la buluşmak üzere Cevahir'e doğru yola çıktım. Otobüs'te ters oturmak zorunda kaldım ve bunu hiç sevmem. Ben de yan oturup ayaklarımı koridora çıkardım. Ama ayaktaki yolcu sayısı çoğaldıkça hem bir koltuğu hem de koridordan bir insan yerini kaplar oldum, kötü hissettim çok, iyice yamuldum ettim. Trafik çılgındı. Cevahir'e vardığımda - ki zaman çizelgesinin tabii ki gerisine düşmüştüm - Onur telefonda "Cevahir diil, Cevahir Oteeel" dedi. Buarada Onur da uçağa yetişme derdindeydi, o da haftasonunı İzmir'de geçirecekti. 

 Ben içimden ağlıyarak kısa mesafeye razı olan bi taksi aradım etrafta. Bitanesi kabul edip, "orası nerdeydi yaaa" derken yanlış yola saptı, yolu bir güzel uzattı. Özellikle mi yaptı? Hep bir soru işareti olucak. 

 Taksi Onur'un önünde durdu. Anahtarı aldım, perişan olduğumu belirttim, özür diledim, lütfen uçağını kaçırmamasını söyledim, vedalaştık. Cevahir'e dönmek için yeni bir taksiye ihtiyacım vardı ve açlıktan başım fırıldıyodu. Yere bakmayıp uzak bir noktaya odaklanmaya çalışarak yürümeye başladım. Karşıma çıkan benzincinin marketinden 3 tane Çokoprens alıp vahşi bir şekilde yedim. Taksi yoktu. Yürüdüm yürüdüm, konseri çıkaramayacağımı hissedip garip caddelerin ortasındaki üç banktan birine oturdum. Oturduum süre boyunca diğer ikisine de başı örtülü eli torbalı teyzeler oturup oturup kalktılar. Son bir nefesle Cevahir'e dolayısıyla metrolara vardım. Bu sırada Deniz'in uçağı İstanbul'a varmıştı, Sabiha Gökçen'den Taksim'e uzun yolculuğuna başlıyodu. Kanyon'a biyerlerde oturmaya gittim. Gözlerim biyerlere takıldığı için oturamadım hiç, gezdim. Ve sonra Taksim'de buluştuk. 

 Arkası az sonra.

Ron Carter Gecesi

Ki bu gece yaklaşık 5 gün önceye denk geliyo. Bi yerden başlamak lazım. :)


 Pınar'ın Kemal'iyle tanıştık ve çok sevdik kendisini. Bir ara ayrı ayrı yürürken Türkü'ye şey dedim, sence de Enes'e benzemiyo mu, hem fizik olarak, hem de o efendiliğinin altından her an bi bomba çıkabilirmiş gibi haliyle? dedim. Çok haklısın çok, dedi, ona da tam öyle gelmiş. Tabi çocuğa "sen şu pederzickler'e benziosun" desek, ve pederzickler'i biliyosa oldukça garip bir durum yaşanabilirdi. Bilmiyosa daha da garip bi durum yaşanabilirdi. O yüzden söylemedik, dolayısıyla Pınar'la da bu fikrimizi henüz paylaşamadık.

 Asmalımescit'teki o adını öğrenmemeye inat ettiğim yerlere dahil olan güzel ev yemeği restoranında yemek yiyip, Otto'da koştura koştura vodka fındık içip Babylon'a vardık. Konserin ilk bölümü çok güzeldi. Sahnedeki 3 müzisyen de sürekli gözleri kapalı şekilde çalıyolardı enstrümanlarını. Benim acaip kitap okuyasım geldi. Sonra neden öyle hissettiğimi anladım, hani kitap okurken arkada da müzik açarsan eğer, kitap sürükleyicileştiği zaman müziği pek algılamaz olursun, sonra müzikte güzel catchy biyer gelir, kitabı zor takip etmeye başlarsın ya. (allaam iyi ki blogumu çok insan okumuyor) İşte bu konserde de müzik hep kendiliğinden öyleydi. Dağılıp dağılıp güzel bi riff'le efendime söliyim güzel bi melodicikle kulaklarını toparlıyıveriyodu. Beynim de kitap okuduunu sandı. :P 

 Konserin bis kılıklı 2. bölümü başladığında millet çıkmaya başladı dışarı. Türkü kulaama eğilip "Ay gidiyo insanlar, bitmedi ki halbuki, çalıyo adamlar." dedi. Ben de "Evet ama allahtan onların sahnede gözleri kapalı, görmüyolar." dedim. Sonra Türkü "Düşünsene, salon boşalırmış, bunlar da yazık, gözleri kapalı sabaha kadar saatlerce çalarlarmış" dedi. Bunun üzerine, konserin 2. kısmı boyunca Türkü'yle katıla katıla durdurulamaz şekilde güldük. Neden öyle oldu bilmiyorum. Nezamandır birlikte gülme krizine girmiyoduk ama, (malum, mesafe) özlemişim çok.

 Böyleydi gece. Hemen birkaç saat öncesineki kuaför maceramdan zaten bahsetmiştim. Taksim'den kuaföre yürürken ise, konserde bunalmiyim diye fazla hafif giyindiğimi ve donacağımı anlayıp hemen Collezione'a girip üstüme bir hırka-mont karışımı bişey aldım. Resmen üzerime bişey almayı unuttuğum günler, meydana en yakın ve fiyatları en uygun yer diye zırt pırt Collezione'u zengin ediyorum. Üstelik bu konuda yalnız da diilmişim, onu öğrendim.

:(

:(

Şikayetler Vol 2

Öncelikle: Ajansa geldim biraz önce, kulaklığım monitör ve mouse kablolarının arasında kamufle olmuş, bıraktıım gibi bekliyomuş beni. Pek sevindim.

Gelelim bu sevincin bastırmaya yetmediği gıcıklıklarıma.

Dün konserden önce Türkü'nün uzun süredir tavsiye ettiği şu kuaföre gittim, saçım kırıkla dolu diye azıcık kestirmek üzere. Herzamanki gibi kısaltılmasını istediğimden çok daha fazla kısalttılar. Makası ellerine almadan önce her söylediğiniz sözü çok iyi anlıyolar, sonra kendilerinden geçiyolar. Hadi buna alışığım ve bunu göze almıştım. Sonlara doğru kuaför sordu bana "önünden küçük bir tutamı şu şekilde keselim mi, yanda kullanırsın" diye. "Ya aslında öyle bişey düşünüyorum ama daha uzun olması lazım, kısa istemiyorum" dedim. O da biraz daha uzattı.

Bu sırada saçım ıslak olduğu için bahsi geçen saç tutamı gerçekten ince görünüyodu, ve uzun. Kurutulduğu anda koccaman genişleyip bir de güzel kısalıp adeta bir kakül halini aldı. Hem de yandan. Emoyum şuan. Bu birincisiydi.

İkincisi, dün gece babaannem tekrar bize geçti. Dedecim öldüğünden beri babaannem 2-3 ay kuzenimde, 2-3 ay bizde, yazın da halamda kalıyo. Aileye bir insan katılması yeterince afallatıcı tabi ama babaannem birlikte yaşaması da çoook zor biri. Belki de en zor biri. Her gece saat 3 gibi kalkıp wc'ye giriyo, ilk 5 dakkada sifonu çekiyo, sonra yarım saat daha belki de daha fazla daha içerde kalmaya devam ediyo. O sırada ışıklar gözüme giriyo, yorganla ışık gelen noktaları bloklamaya çalışıyorum, busefer nefessiz kalıyorum, tam dalıcam yorgan sönüyo ve ışık tekrar gözüme giriyo. Babaannemin içerde ne yapıyo olabileceği hakkında baya kafa yorduk annemle geçen sefer. Bir "curious case of bidbidibid" haline getirdik, ne zaman yalnız kalsak "gece duydun dimi?", "üstelik busefer tırrrt tırrrt diye bi ses de geliyodu" filan diye konuşur olduk. Sonunda keşfettik ki saçını tarıyor, kremler sürüyor ve bakım yapıyomuş. Bakımına herzaman hepimizden çok düşkün olmuştur. (çünkü bizim o kadar zaman yaratmamız zaten imkansız olurdu) Ama saat 3-4 arasına da bir ritüel koyması, inanın bana, önümdeki şu kritik 2 ayda beni çoook yazdırıcak bu bloga. Bi de ışık söndükten sonra sinirden uyuyamama süresi var. Haydi pissssmi diyorum.

Üç: Sabahın köründe başka araç olmadığı için Bostancı'ya gitmek üzere taksi çaarıyorum hep. Ve bu çakal taksiciler Bostancı'ya yaklaşınca hemen "nerde iniceksin" diye soruyolar. "ışıklarda" dediğimde de "ozaman oraya kadar gitmiyim dönemeçte bırakiyim" diyolar. Çünkü istediğim yerde bırakırlarsa biraz daha ilerden dönmesi gerekicek, toplam 5 dakikasına malolucak. Benim ışıklara yürüme, yeşil yanmasını bekleme ve karşıya geçme süremle aynı! Peki parayı veren olarak düdüğü benim çalmam gerekmiyo mu bu durumda? Sabahın o saatinde 5 dakikanın hesabını yapmiycam da ne yapcam? Bi yere yetişme derdim yok da keyiften mi çıkmışım karga bokunu yemeden? Param mı batıyo ya da bana? Her sabah o verdiğim 10 milyona nası yanıyorum, nası içim gidiyo, bi de işime yarıyan yerde inemiycek miyim?

Hayır, haftasonu filan işim düştüğünde kendim söylüyorum zaten "Siz şuracıktan dönün" diye, ama bu yüzsüzlüğü gördükten sora yapmıycam artık onu da.

Peki ben ne yapıyorum derseniz, eğer keyfim yerindeyse "yok hayır, alt geçitten geçicem, duraklara gidiyorum, ışıklarda lütfen." diyorum (bundan sonra ısrar edeni bile oldu), keyfim yerinde diilse uğraşamıyorum "vadevır" diyorum. İyi günler de dilemiyorum. Onun da çok s**inde.

Bu sabah keyfim yerinde diildi, boyun eğdim, durakta 45 dakika dolmuş bekledim. Ve her dakika "acaba 5 dakika önce varsam önceki dolmuşu yakalar mıydım" dedim.

Şimdilik bukadar.

Denizcancan

Yanakları çok hoş Denizcan'ın.

Denizcan

Çok seviyorum. En sevdiğim arkadaşım. Keşke o da olsaydı bugün konserde. Samanta olmasaydı. Ühüh.

Hadi Bakalım

Bu gece bir aksilik olmazsa Türkü ve Pınar'la Ron Carter konserindeyiiiiz. Ve Pınar'ın Kemal'i 1 haftalığına Türkiye'ye döndüğü için onu da ilk defa görücez! Şimdi gece geç dönerim filan sevgili Bloggy, yazmaya vakit olmaz, tahmin ettiğim kadarıyla konser sonrası postumu şimdiden yazayım:

Bu gece Türkü ve Pınar'la Babylon'daydık. Konser çok güzeldi. Güzel müzisyen Ron Carter. Seyirci kitlesi de oldukça kaliteliydi, uzun zamandır bu kadar hoş çocuğu bir arada görmemiştim. Jazz konseri oldu mu ülkemizde yaşıyan bütün avrupalı şeker gençler bir araya geliyo malum. Biliyosun Bloggy, ben İstanbul kızıyım, burası kozmopolit bir şehir, erkekler aynı Spice Girls gibi, renk renk sıralanmışlar etrafa, her zevke hitap ediyolar. İçim sıkılınca gözlerimin bayram etmesi için bir İstiklal'e bir Kadıköy'e çıkmam kafi. Ama Bloggy, ne yalan söyliyim, uzun zamandır böylesini görmemiştim.

Peki Bloggy bu gece birinin eksikliğini çektim mi diye sorarsan eğer, pek düşünmeme gerek yok. Tabii ki Samantha Jones! Türkü ve Pınar, kusura bakmayın, arkadaşlığınızdan çok keyif alıyorum ama o ortamın hakkı anca Samantha'yla birlikte verilirdi. Alem kız.

Sonra eve döndüm, baktım ki Denizcan'ın gazı var, guk diyo, canı da sıkılmış. Kıyamam ona ben hiç, modum düştü bir anda. Güzel erkeğim benim, evimin erkeği sonuçta. İzliycek dizi de kalmamıştı bugüne, ben de bikaç tane komik reklam filmi yolladım youtube'tan, çok güldük, ben güldüm en azından.

Böyleyken böyle Bloggy, şimdi uyuycam, yarın ola hayrola. Öptöm

İkinci değerli kulaklığımı da kaybettim! Birincisini kaybettiğim gün, ajanstan çıkarken yanıma aldığımı ve yolda müzik dinlediğimi hatırlıyorum. Ama evi talan ettim yok. Bunun üzerine emektar Sennheiser'ımı devreye soktum, daha 1 hafta olmadı. Ve dün ajansta bıraktım! En son Cem yeni müşterimizi sevmediğinden yakınırken masamıza oturmuş elinde sallıyodu, yuvarlaklar çizdiriyodu. Sonra çıkarken herzamanki gibi masanın üstünde bişi bıraktım mı diye kontrol ettim, baktım yok, herşeyimi yanıma aldığımı varsaydım ve çıktım. Anca yarın ajansa gittiğimde görücem, hala orda mı yoksa uçmuş mu :(

Ales'e başvurmak için cumaya 2 gün kala, bugün, öğrenci işleriyle konuştum. Başvuru için randevu almak gerekiyomuş ve boş randevu saati kalmamış. Başka okuldan halledicekmişim. Başlarım böyle işe cidden.. :(

Parfüm Blogum

Buaralar parfüm beğenme dönemimdeyim. Bazı aralar en güvenilir bulduğum kokulardan bile etkilenmez oluyorum, bazı aralar da böyle coşuyorum ve satın aldığım herşeyi, aslında bir parfümün kaçtakaçı fiyatına sahip olduğunu hesaplayarak alır oluyorum.


Şimdi baktım kesem burnuma yetişemiyo, bari parfümler hakkında gevezelik ediyim dedim. Yani sadece 1 postu bulunan parfüm bloguma devam etmek istiyorum. AMA İngilizce mi devam etmeliyim Türkçe mi karar veremiyoroom.

İngilizce yazmamın avantajları: Okuduğum parfüm yorumları ve notaları hep İngilizce olduğu için tasvir etmekte kullanılan sıfatlar da aklıma İngilizce geliyo hep. Ayrıca Türkçe'lerini bulmak sorun yaratmasa da, Türkçeleri biraz komik geliyo kulaama. Türkçe yazınca parfüme şiir yazıyomuşsun gibi duruyo aslında biraz. Bir de Türkiye'de parfümleri internette aratıp yorumları ve notaları araştıran bilinçli tüketiciler (hahoohaha) var mı, pek fikrim yok.

Türkçe yazmamın avantajları: Daha rahat yazarım. Belki zamanla Türkçe yorum yazarken de kulağa komik gelmiyen bir tarz geliştiririm, yanıma kar kalır? Ayrıca İngilizce parfüm blogları bir dolu, Türkiye'deki parfümseverleri bir araya getirme kutsal görevini üstlenebilirim.

Şimdi ben böyle konuşuyorum da, ratingim her iki dilde de muhtemelen 5 kişiyi geçmiycek. Yine de geleceği olabilecek bir işe kalkıştığımı düşünmem lazım. O yüzden.

Naapsam???

Yanılmışım!

Daha doğrusu yanılmamışım.


 Hafiften Escada Collection'a benzettiğim kokunun sahibi tarafından The Body Shop'a yönlendirildiğimi söylemiştim. Bahsi geçen White Musk Intrigue adlı kokuyu dün denediğimi, ama benzer bitarafını bulamadığımı da söylemiştim. Üstünden zaman geçince ve burnum kendine gelince, bugün parfüm sıktığım yeri tekrar kokladım. Ve voila :)

 Hemen gidip bir eau de toilette'ini bir de body spray'ini aldım. Malesef limited edition. Ama uygun olduğu nispeten soğuk aylarda hevesimi köreltebilicem işte.

 Wordsworth Editions'tan çıkan Alice in Wonderland and Through the Looking Glass'i buldum bi de bugün, çok da uygun fiyata. Bakışıyoruz şuan.

 Bugünden umutlu olduumu sölemiştim, sebebi Strudeltag ve Bugge Wesseltoft konseriydi. İkisine de gitmedim! Banyo yapıp bizim tarafta gezindim, bol bol Deniz'le konuştum. Güzeldi :) Sırada Denizciimin favori dizisi Terminatör ve benim favori dizim the Office var. Maçın bitmesini bekliyoruz üçe kadar sayıp playe basmak için. (O beklemiyo gerçi, maçı izliyo) Oh oh ohş...

Gıcık

Perşembe günü Atakan Hoca'nın dersine girmeden Tuncay'la karşılaştım, dersi 2 saat sora başlıycakmış, naapsam neetsem diyodu. Önce MSN'deki "bir sorun varsa cevabını almak için takla atmalısın!" tavırlarından dolayı kendisine ne kadar gıcık olduumu sölemek için gülmemi bastırmaya çalıştım, (gördüüm anda gülme tutan bitakım insanlar var, Tuncay da dahil) içimi döktükten sonra isterse oyalanmak için bizim derse girmesini söledim. 


 Hocayı beklerken ortaya çıktı ki Tuncay'ın o dersten bisürü tanıdığı varmış. Bi kızı gösterdi bana "Tanıyo musun?" dedi, ismini biliorum bitek dedim. Kızı dürttü bu, beni göstererek "Sana sinir oluyomuş" dedi benim için. Ben de kız heralde Tuncay'ı iyi tanıyodur, ciddiye almaz filan diye düşünüyorum. Kız felsefik çıktı, bana dönüp "Olabilir, insanlar, çeşit çeşit, çok doğal" filan demeye başladı ne kadar umursamadığını da devrik gözleriyle ve tavırlarıyla belli etmeye çalışarak. Ben şaşırıp, "Bi dakka, inandın mı?" dedim. "Yani neden olmasın" filan dedi. Tuncay'ı tebrik ettim, bi de inanıcak birine söylüyo diye. 

 Sonra başka bi kızı gösterdi ki bu kızla bikaç sene öncesinden azıcık muabbetimiz var ve hep hoşuma gitmiştir. Tanıyıp tanımadıımı sordu. Sonra onu da dürtüp beni göstererek "Sana uyuz oluyomuş." dedi manyak. Kız da mahsun mahsun "yaani olabilir" demeye başlıyodu ki "Yahu niye hemen kabulleniyosunuz, aaa!" diye isyan ettim. Sonra kız akıllı çıktı, Tuncay'a ayarlar verdi. Biz tanıştıımızda kendisinin protein olduundan filan bahsetti.

 Sonra Tuncay dersimize girdi, hoca tek tek sunum için kaldırıyodu bizi, ben kalkarsam Tuncay karşımdayken kesin gülüncek bişey yapar ve dikkatimi dağıtır diye stres oldum durdum. Dersin sonunda koca sınıfta kaldırmaya vakti yetmediği 3-4 kişiden biri oldum. Halbuki çok eylenceliydi sunumlar, içimde de kalmadı diil.

 Bööle yani, gördüünüz gibi Perşembe bitiyo, muabbeti bitmiyo. :P

Öf

Haluk Hoca müşterimizi veto ettiğinden beri grup olarak çoğunlukla boş boş oturuyoruz ajansta, dizi filan izliyoruz. (Haftaya geliyo yeni müşterimiz.) Dolayısıyla saat kaçta girip çıktığımız da pek belli olmuyo. Bir de son 2 haftadır keşfettim ki, 5-10 dakka gecikmeyi göze alırsam şayet, 1 saat geç kalkıp otobüs yerine dolmuşla geçebiliyorum karşıya. 


 Bu sabah yine "azıcık geç kaliyim nolcak" diyerek 8küsürde kalktım ama 2 haftadır ilk defa Bostancı'ya varır varmaz binebileceğim bir dolmuş bulamadım. Sabah soğuğunda 15-20 dakikada bir kalkan otobüslerin iki tanesinin kalkışına şahit oldum. Üçüncüsü heralde kalkmak üzereydi (ve ben başlarım böyle işe diyip ona binmek üzereydim) ki bize taksi dolmuş yaptılar. 

 Binince Deniz'i aradım, o bozukmuş zaten bişeylere, ben de bozuldum, kapadık.

 Ajansa girerken Türkü'den "Ron Carter'a bilet aldım, beni yalnız bırakmayın he!" diye bir mesaj ve "Ya bu arada Bay Panter kim, Facebook'tan mesaj atmış bana?" mealinde 2. bir mesaj geldiini gördüm. Aradım konuştuk güldük, günün en tavuksuyuna çorba anıydı. 

 Çok geç kalmadım yine, vardığımda bizim gruptan sadece Şahin ve Burcu vardı. Yani önceki müşteriye bütün işleri bugün yollaması gereken müşteri temsilcimiz henüz yoktu. İlerliyen saatlerde Ezgi dışında bütün grup toparlandı. Ben Perran Hoca'dan Santral'e geçmek ve Yonca Hoca'nın bu haftaki konuğunu izlemek için izin istedim, bütün işlerim tamam olduğu için hiç laf etmeden izin verdi. O zamana kadar House izliyerek oyalanmaya başladım. House'un son 15 dakikasında Perran Hoca'nın beni çağıran sesi duyuldu. Müşteri temsilcimizle gönderilicek metinleri hazırlıyorlar ve anlaşılan pek anlaşamıyolardı. Sonra Şahin de geldi, hepberaber düzenlemeye başladık metinleri. Sonra Perran Hoca, hazırladıımız metinlerin başında adımızın yazmaması gerektiğini, müşteriye bütün işlerin tek ses olarak gitmesi gerektiğini, merak etmememizi, kendilerinin kimin ne yaptığını zaten bildiğini, ama bunun müşteriyi ilgilendirmediğini söyledi. Halbuki o isimler Kadri Hoca'yla filan görüşmeler sırasında metinler birbirine karışmasın diye yazılmıştı. Tabii ki öyle yollanıcaklarını düşünmemiştik, sadece müşteri temsilcimize öyle yollamıştık. (inat ettim adını yazmıycam kızın) Bütün fontlar aynı olsun filan diye uğraşılırken Perran Hoca'nın gitmesi gerekti, ben de gecikmeli de olsa Santral'e geçtim.

 Sunumun yapıldığı salona girdiğimde merdivenlerde bile insanlar oturuyodu. Bu çok anlamsızdı çünkü koltukların en azından 4te 1inde bağyan izleyicilerin çantaları oturuyodu. Sunumun ortasında içeri girmişken bi de fısıltı yaratmiyim diye "çantanızı kaldırır mısınız?" demek yerine göz teması kurmayı seçtim ama insanlar odun olunca olmuyo tabi. Basamağa oturdum.

 Çok sıkılmaya başladım ama bu işten. Toplu taşıma araçlarında, daracık kalçalarına "Ben erkeğim heybetli otururum, sen hanım hanımcık otur azıcık kompak ol" diyen erkek nüfusun nerdeyse balerinlerinki kadar geniş açılmış bacaklarını çek, sonra okula gel "seni toplasalar montumla çantam etmezsin" diyen kızların gazabına uğra. Bakalım nerden patlıycak bu.

 Sunum güzeldi ama arada bastıran uykular fenaydı. 15 dakikalık arada teslim oldum zaten kendilerine. (Yoklamayı imzalayıp ilk fırsatta çıkanlar sağolsun, koltuk boşalmıştı.) Bi de Santral'de Pez satılmaya başlandıından beri bütün sunumlarda sürekli Pez kemiriyorum, kimbilir kaç tane gıcık olanım vardır. Bugün 3 paket bitirdim. Dönüşte, shuttle'da mide bulantısı olarak geri döndüler bana tabi.

 Eve dönüş için babamla buluşalım dedik, Muhip abiyle Erenköy'deymiş, onlar gelene kadar Şaşkınbakkal'da parfüm denemeleri yaptım. Aradığım bi koku var, Escada Collection'a (malesef uzun zamandır üretilmiyo) benziyen bişey, arada burnuma geliyo ama etrafta çok fazla kız oluyo hep, hangisine sorucaamı bilemiyorum "nedir bu?" diye. Bikeresinde Ezgi'nin üstünde farkettim çok hafif, Body Shop'un bi kokusunu söledi bana. Onu denedim bugün, ama yanılmışım sanırım, hiç benzetemedim. Çok heveslenmiştim, çok bozuldum.

 Sonra eve vardık. Babam bulmuş istediği arabayı. Ticari araç. Diğerlerine nispeten güzel olduğunu kabul etsem de kendisine "kamyonet" diyeceğimi aileye bildirdim. Annemin keyfi kaçıktı, babam noolduunu sordu, ananem yemek yemiyo diye üzgünmüş yine. Ne kadar uğraşıp ne kadar güzel bi yemek yaparsa, ananemin yeme ihtimalinin o kadar yükseliceğini sanıyo sanırım, sürekli bişeyler pişiriyo. Sonra ananem hepsini reddedince simit aldırıyolar yine. Çok kilo verdi, üstelik çoğu da "su" kilosunun.

 Öyle yani, bok gibi bir gün olmakla kalmadı, hiçbişeyden bi bok anlamadığım da bir gün oldu. Yarından umutluyum.

Uykulu

Dün gece saat 12 civarında Deniccan'ı yatırırken "saçlarım ıslak, onlarla uuraşmam lazım, keşke ben de yatabilseydim şimdi" dedim, o da haklı olarak "nolcak ki hemen kurutur yatarsın, hadi tatlı rüyalar bana, mukcuk mukcuck" dedi.

Ama ben kaşındım. Bi süredir yanımda gezdirdiğim playlistten sıkıldığım için itunes'da yeni bir liste oluşturup telefonumla 2 dakkada synclemeye karar verdim. İlk adım olarak önceki listeyi sildim. O kadar güzel bi liste hazırlıycaktım ki, her an dinleyesim gelebilecek olan bütün şarkıları içermesiyle beraber, tam olarak keşfetmediğim ama bana heyecan veren bir çok alternatifim de olucaktı. Böylece ertesi günün (yani bugünün) Perşembe olmasının çirkinliği güzel müziklerle hafifliycekti. Gel gör ki asla çözemediğim ve çözemiyceim bir sebeple, bazı albümlerin aktarımı, beklediğim gibi 10 saniye sürerken, bazılarınınki 5 dakika sürüyor, ve bu süre içinde itunes aktarımı canlı şekilde gösterse de mouse'umla verdiğim hiçbir emri algılamıyodu.

Seçeneklerim vardı, mesela henüz eşleştirmeye başlamadığım için telefonumdaki şarkılar silinmemişti, kaç aydır güzel güzel idare ettiğim mp3 listesiyle 1 gün daha geçirmeyi kabul edebilir, böylece yatağıma beklemeden girebilirdim. Ama son 2 senede edindiğim başladığım işi bitirme ilkesi galip geldi.

P harfiyle başlıyan gruplara geldiğimde, gözlerimi bilgisayardan gelen sesleri yorumlayıp, sadece gerekli zamanlarda açabilme becerisi kazanmıştım. En önemli harflerden biri olan P'den ve sonrasından bir çok fedakarlık yapmak zorunda kaldım. Ama artık önemli diildi, gözüm doymuştu, demek ki kulağım haydi haydi doyardı. Saat 2:40'ta yatağa girdim.

Bu sabah yine "alarm daha çalmadı, ne güzel" diye düşünüp düşünüp uykuya geri dalıyodum ki, gözlerim aynıanda(?) açılıverdiler. "Ben alarmı kurdum mu ki???" Saatin 07:57 olduğunu görüp bir oh çektim, alarmı kurup 3 dakika daha uyumak üzere gözlerimi kapadım.

Kalktım, hazırlandım, taksiyi çağırmadan önce mutfaktaki muz demetinden sapı kırılmayacak şekilde özene bezene bir adet muz kopardım. (Çünkü muzu yolda yemek üzere çantama atıyorum ve pislenmesini istemiyorum.)

Taksiye bindiğimde muzu evde unuttuğumu farkettim. Dolmuşa bindiğimde ise KULAKLIĞIMI evde unuttuğumu farkettim. Burada istediğim etkiyi ancak yorumsuz bırakırsam yaratabilirim sanırım. Ama tekrarlıycam bi kez daha; kulaklığımı evde unuttum bugün. Müzik dinlemek için kullanılan kulaklık hani. Açık bırakıyorum sonunu, okuyucuya bırakıyorum. Herkes nasıl anlarsa öyle. Tek bir doğru yok. ghcsfldsasdf

Dolmuşçunun dinlediği radyo programındaki sunucu, helikopter kazası geçiren siyasetçinin ne kadar sıcakkanlı olduğunu, ağzından ülkenin çıkarına olmayan tek bir kelime çıkmadığını, ama işte malesef bu partilerin seçim kampanyalarında kendi helikopterlerini kendilerinin sağlamak zorunda kaldıklarını, halbuki şayet altındaki helikopteri devlet sağlamış olsaydı bakımının da yapılmış olacağını (??!?!!!!!????), bunları unutmamak gerektiğini söledi.

Hiç hoş bi sabah diildi. Taksim'e varıp shuttle'ın kalkmasını beklerken şansıma stand-upçı sokak köpeklerinden birine rastladım. Kuçu simit parçalarını gagalayan bir grup karga görünce koşup hepsini kaçırdı. Sonra simit parçalarından birini alıp 3 metre öteye gitti, yemeye başladı. Kuçunun kendi paylarını bağışladığını sanan kargalar geri dönüp simitleri gagalamaya devam ettiler. 3 metre ötede simitini kemirirken kargaların döndüünü gören kuçu yemeyini bırakıp yine kargaları kovmaya gitti. Ne kadar simit azaldığını kontrol etti. Sonra 3 metre ötedeki simitine geri döndü. Bu döngü bir süre devam etti. Sonra sokakları süpüren adam köpeğin değerli kırıntılarını da çöpüne attı. Sonra Taksim'in melek simitçisi eline naylon poşet geçirip kuçuya yeni simitler verdi. Sonra da shuttle kalktı.

PS: Postumda geçen "muz demeti" isim tamlamasını Şahin Google'dan buldu.

Clooney

Sabah saatin alarmına dayanamadım, 5 dakika sonra uyanmak üzere kapadım, ama sinir bozucu sesini tekrar duymamak için (ya da bilinçaltımda uyuyakalmak istediğim için) snooze'a basmadım, kendim uyanırım dedim. Sonra bütün bunları unuttum, bilincim her sivrildiinde "oley daha alarm çalmadı" diyerek uyumaya devam ettim. Yarım saat geç kalktım. Rüyalarımın iğrenç olduğunu hatırlıyodum ve rüyamın son sahnesindeki müzikalde bir sürü insan zıplayıp dansederek şöyle bir şarkı söylüyolardı: "There's no other George Clooney. No, not at all. There's no other George Clooney. No, not at all. There's no other George Clooney. No, not at all."

 Giyinirken ederken rüyamın tamamını hatırladım. Annemle şiddetli bir kavga ediyoruz ve ben muhteşem argümanlarımı peşpeşe sıralıyorum, sürekli üstüne gidiyorum, içimde hiçbişey kalmasın istiyorum. Ben konuştukça annem hastalanıyo ama ben tartışmaya kapıldığım için bunu algılayamıyorum. Sonunda annemin artık ölmek üzere olduğunu farkediyorum ve hemen vıdıvıdıyı bırakıp onu ne kadar çok sevdiğimi söylemeye çalışıyorum. Ama bir türlü ulaşamıyorum. Bu sefer sevgi sözcükleri birikiyo içimde, onları söylemessem patlıycak gibi oluyorum, tam sesimi anneme ulaştırabiliceim sırada kaybediyorum annemi.

 Sonra üstünden yıllar geçiyo, kaybettiğim kişi hem annem, hem babam hem de Denizcan'mış. Üzgün üzgün gezerken bi müzikale giriyorum, yarısı tiyatro yarısı sinema formatında. Son sahnesinde George Clooney çok üzgün ve Cate Blanchett ona doğru koşuyo, ona ihanet etmediğini, arkasından iş çevirmediğini söylemeye çalışıyo. (ki Cate Blanchett dedikleri aslında Terminatördeki Riley) Tam kanıtlarını sunucakken arkasından vurulup yere seriliyo. Sonra bi dolu adam "There's no other George clooney. No, not at all" şarkısını söylüyo.

Bugün hem tatilimin son günü olduğu için, hem Perran Hoca'nın bitirmemi söylediği rapora bir türlü dokunasım gelmediği için daha uyanıştan stresliyim. Yaptığım herşey, odamı toplayışım, sözlükte düzelttiğim türkçe karakterler, okuduğum haberler, hepsi biyerime batıyo. Aklımda sürekli rapor olduğu için herşey kaos ortamında hissetmeme sebep oluyo. Denizcim'e bu durumu anlatıyorum. Gerçi bu şekilde anlatmıyorum, daha çok "üfff bugün herşey sinirime dokunuyo, raporu da yazmam gerek" gibisinden bişeyler söylüyorum. O da sabahtan Eve Online adlı oyunu denemeye karar vermiş, heyecanlı, uzay gemilerinden, kendi gemisine benim adımı vermekten bahsediyo. Benim de bi yandan ilgimi çekiyo, bi yandan online oyunların çok zaman çaldığını söylüyor, bulaşmak istediimden emin olmadıımı kendimce belli ediyorum. (Alt metninde "bence sen de fazla bulaşma" var.)


Derken vakit gece oluyo, hala raporu açmış diilim, üzerimdeki baskı iyice artmış, yakınıyorum. En son şöyle bir diyalog geçiyo aramızda:

9:43:32 PM Deniz: aradın mı hiç googleda

9:45:52 PM Deniz: çokkomik bi oyun bu

9:46:01 PM Deniz: şu an rookie helperlardan biri benle dalga geçiyo

9:47:40 PM Ceren: aramadım (yazık, konu değişmiş cevap veriyorum hala)

9:47:57 PM Deniz: anlatıcam az sonra ariip :))))

9:48:11 PM Ceren: hep bu oyundan konuşuo artık

9:48:28 PM Deniz: yok daha başı olduğundan ööle


(arıyo beni, nasıl ışık hızına geçip questini tamamlamak üzere başka bir gezegene gittiğini, tam varmışken yanlışlıkla bütün galaksiyi geri döndüğünü anlatıyo, gülüyoruz. az sonra oyunu kapayıp MSN'e geliceini söylüyo, 6 dakika bekliyorum)


9:57:33 PM Deniz: ne güzel

9:57:34 PM Deniz: adam dedi ki

9:57:37 PM Deniz: dur gemimi silahlandırıp geliim

9:57:49 PM Deniz: caldari'de buluşalım dedi

9:57:51 PM Deniz: bekliyorum orda

9:59:18 PM Ceren: bekle bakalım


(bu trip dolu lafımın üzerine 5 dakika çıt çıkarmıyo)


10:04:32 PM Deniz: oyun oynıyalım mı

10:04:38 PM Ceren: cık

10:04:46 PM Deniz: nie


Sonra en nalet halime bürüyorum, telefona geçiyoruz, günün bütün stresini zavallımdan çıkarıyorum, sürekli oyundan bahsettiğini söylüyorum, kabul etmiyo, ısrar ediyorum, itiraz ediyo, belgeyle gelmeye karar veriyorum. Yukardaki diyaloğu kanıt olarak sunmak üzere telefonda okumaya çalışırken koptu sonra ipler. Salak salak gülerek noktaladık geceyi. Şimdi bitanem, deus ex machinamın son anda verdiği bilgilerden yararlanarak raporumu tamamlıycam. Gittim


Pınar ve Türkü'yle buluşup sadece ben açım diye hep beraber Zencefil'e gittik. Benim yemeim biterken Türkü acıktı, o sipariş verdi, onunki biterken ben tekrar acıktım bidaha sipariş verdim, sonra ben açgözlülükten önümdekini bitiremezken Pınar acıktı, benimkine devam etti, sora hepberaber "ay patlıyorum" diyerek yine de şu balkabaklı paydan söyledik. Türkü'nün yanındayken yaşamak için yemiyen, yemek için yaşıyan biri oluyorum, çok eylenceli bişey.


  Oyuncak sergisi için Nişantaşı'na gitmek üzere ayaklandık. Türkü daha önce bahsettiği, benim de burada bahsettiğim pikabının ödemesini yapması gerektiğini söyledi, bunun için Nişantaşı'na gitmişken Reasürans'a uğrayalım mı diye sordu. Yani Büşra'nın eskiden çalıştığı music shop neresiymiş? O pasajdaki o harika yermiş!

Sandwich- Reasürans'ın adını inatla öğrenmiyorum. Dün de pasaja varana kadar nereye gidiyo olduğumuzu anlamadım. Reasürans için şimdiye kadar kullandığım tariflerin kronolojik sıralaması:

Babamın her önünden geçtiğimizde "bak Ceren, sen bebekken annen hep burda dolaştırırdı seni" dediği yer
Nişantaşı'ndaki o çok güzel koridorlu yer
Gerekli Şeyler'in olduğu yer
Eskiden Gerekli Şeyler'in olduğu yer
Touchdown'ın olduğu yer

 Türkü ödemeyi yapıp siparişini onaylarken katalogdan pikabın resmini gördüm ve vuruldum. Acaip modern, lego görünüşlü, minimalist ( :) ) bişey. Sonra ben etraftaki çeşitli şeylere bakıp vurulmaya devam ederken Türkü'nün yüzüme manidar bişekilde bakıp gülümsediğini farkettim. Yine etrafımda neler oluyor da farketmiyorum diye düşünerek küçücük mağazada bizim dışımızda bulunan diğer 2 kişiye baktım. Biri Nil Karaibrahimgil'di, şarkı söyliyerek CDlere bakıyodu. Diğeri de sevgilisiydi. Mağazadan çıktığımızda Pınar "Gördünüz mü, sevgilisi Serdar Erener'di" dedi. Ben "na na nası yani, Serdar Erener onla mı çıkıyo, ben bilmiyodum." dedim. Türkü "Kimin sevgilisi?" dedi. "Nil'in işte." dedik. Türkü "Nil kim?" dedi. Biz "İbrahimgil işte, geçmek için izin istedin ya kızdan." dedik. Türkü "He o muydu, ben görmedim." dedi. Ben "İyi de sen baktın bana, haber verdin orda olduğunu?" dedim. Türkü "Yok, elimdeki CD'nin kapağındaki adam kasiyere çok benziyodu, ona gülüyodum ben, belki farkedersin diye ööle baktım." dedi. 

Sandwich- Serdar Erener son derece "hırslı" ve adanmış bir reklamcı olduğunu bildiğim ve bir Ayn Rand kitabına önsöz yazdığını duyduğumda "bak sen allahın işine" dediğim, böyle andığım bir insandır.

 Sonra çarşıdaki kitapçıları gezmeye başladık. Ve bu sırada Berna da -kısa süreli de olsa- bize katıldı! Birden lise sınıfı sağ ön köşeden 4 kişi oluverdik. Gerçi o sırada mobil olduğumuz için çok konuşamadık ama pazarlama masterı yapıyomuş ve mutluymuş. 

 İlk kitapçıda bir tane rengarenk 2007 Simpsons Ajandası buldum, bir hevesle "Bunun 2009'u var mı acaba?" diye sordum kasiyere, "Yok" dedi. Yüzüm nasıl düşük bir ifade aldıysa artık "Kabını beğendiyseniz alabilirsiniz onu" dedi adam, sevindim. İkinci kitapçıda Andre Maurois'in İklimler'i yine karşıma çıktı, elimi uzatırken görevli adam "Mutlaka okuyun, harikadır." dedi, bu sefer aldım.

 Ve Beymen Blender'a, sergiye geçtik. Sergi küçücük bişey. Oyuncaklar da canavar formatında bazı dizaynlar. En ilginci de obez Ronald McDonald:


 Sonrası: bişeyler içmek için oturalım, acaba ne master'ı yapıcaz, acaba bir ara yollarımız kesişir de ortak bir iş yapar mıyız, (Pınar: sosyoloji+felsefe Türkü: moda tasarım Ben: reklam), Brad Pitt keşke Angelina Jolie'yi aldatmasaydı, aldatmış sayılır mı ki, Türkü Amerika'da Dave Brubeck konserine gitti ve bize daha yeni söylüyo, haftaya paskalya var, Sembol'deki adam süper fal bakıyo, şu konsere de gidelim, Depeche Mode bileti kimbilir ne kadar olur, o diil de daha sık buluşalım, gibi gibi. 

 Erkin dün omzundan ameliyat oldu, taa Bakırköy Acıbadem'de, benim ameliyat olduğum hastanede. Hatta odamız bile aynıydı sanırım. 

 Hastanede Bursaspor formalı, koltuk değnekli bir siyahi oyuncu bizle aynı asansöre bindi. Tercümanı asansör sıkışık olduğu için "kusura bakmayın, acelemiz olduğu için bindik" dedi. Babam da "Aşkolsun, Bursaspor için asansörü boşaltırız gerekirse" dedi. Halbuki o sırada asansörde bir de Fenerbahçeli aksesuarlı bir çocuk vardı. Neyse ki gerginlik çıkmadı. Tercüman babamın söylediklerini oyuncuya çevirdi, o da şaşkın şaşkın güldü. 

 Erkin'e moral vermek için ameliyata girmeden yetişiriz diye düşünüyoduk (malum, benim kadar sırıtarak ameliyata girip sırıtarak ameliyattan çıkan pek insan yoktur) gel gör ki erken almışlar içeri. Çıktığında baya ağrısı vardı, omzunu tutup küfürler ediyodu. "Bi daha oynamıycak mısın yoksa Erkin?" dediğimde susuveriyodu. Zaten sakatlanmasında payı olanlara diil, 2 gün önce oynanan Galatasaray maçındakilere küfür ediyomuş. 

Sandwich- Sevgili kuzenim Erkin, oldu olası garip sporlara ilgi duymuş, extreme denemelerde bulunmuş, kulağının arkasında bile dikiş bulunan, şu sıralar koca omuzlu formalarla rugby oynayıp oynayıp sakatlanan cici bi çocuktur.

 Ben Pınar ve Türkü'yle yaptığımız planı gerçekleştirmek üzere hastaneden çıktıktan hemen sonra iyileşmiş, 1buçuk ay sonra sahalarda olucakmış mutluymuş. Geçmişler olsun kuzenime.

Çantamın İçi

Merve'nin blogunu okurken heyecanlanıp kendi çantamın içindekilerden bahsetmezsem çatlıycaamı farkettim. Öncelikle; erkeklerin çanta taşımasının çekiciliği ve bu çekiciliğin muhtemel sebepleri konusunda sana çok katılıyorum Merve. Deniz'e aldığım çantaya da ondan çok ben sevinmiş olabilirim. Diyebilirsin ki "Madem çanta taşımanın kişilik hakkında bazı fikirler vermesinden dolayı çekicilik kattığına katılıyosun, kendi hediye ettiğin çantayı niye çekici buluyosun?". (çantayı çekici bulmak :P) Hmmmm.. Çünkü zaten çanta arıyodu o bikere ablası. Kendisini çekici bulmak için bahaneler uydurmaya da meyilliyim, evet.

Şimdi kendi çantamın içindekileri sıralıyorum. Listenin en tepesindekiler en demirbaşlar. Çanta boyutum büyüdükçe listenin altındakiler de ekleniyo.
  • Cüzdan
  • Müzik çalarlı telefon, kulaklığı ve kablosu
  • Makyaj çantası: Cımbız ve törpü de içerir.
  • Mendil
  • Islak Mendil
  • Kıskaçlı toka
  • Lastik toka
  • Anahtarlığım
  • Flash disk
  • Kalem
  • İlaç kutusu: Süslü küçük kutulardan diil. Şu altı kare bölmesi olan, A Space Odyssey'deki yemek tabaklarına benziyenlerden. Hatta:


İlaç kutumun içindekiler: bolca Rennie, aylık ağrı kesici Cycladol, olur da alerjik reaksiyonlarım tehlikeli boyuta ulaşırsa diye Zyrtec, yeşil rengiyle adeta bir ıspanak kapsülü olan Meteospasmyl ve Remeron. Remeron'u içiceimden diil, içim rahat etsin diye taşıyorum. Padişahların yüzüğündeki zehir gibi bişi, anca esir filan düşersem. Lisede bir gün çok fazla kar yağmıştı, servisle eve dönebilmem pek gerçekçi görünmüyodu, allahtan kuzenim Erkin'le aynı okuldaydık ve onların evi okula yakındı, onlarda kalmıştım, yine de 3 saatte mi ne ulaşmıştık evlerine. Sonraki gün öğrenmiştim ki, benim servisimdeki insanlar o gece mecburen servis şoförünün evinde kalmışlar. Servis şoförünün evinde kalmışlar!! İşte böyle zamanlar için Remeron. Uyku tutmıycağı kesin olan durumlar için.
  • Çakmak
  • Opak naylon poşet
  • Oje
  • Ideabook: Bildiğin not defteri. Reklamcılar ideabook diyo buna.
  • Kitap: Kaplarının yıpranmaması için bi önlem almak lazım.
  • Post-it
  • Fotoğraf makinesi
  • Lens solüsyonu ve lens kabı: Küçük setleri var bunların, hayat kurtarıcı.
  • Bodyspray
  • Güneş gözlüğü
  • Mezura
  • Küçük şişe su
  • Yüz temizleme sabunu
  • El kremi
  • Yedek Kıyafet: kah eldiven, kah t-shirt..
ve ziyaretçiler olarak broşürler, fişler, kadın hijyeni ürünleri, şeker, sabah saatlerinde bir adet muz, vesaire.

Geçen İzmir seyahatimde Deniz'le 2 dakka bakkala giderken yanıma çanta almadığımda çok ergonomik pozisyonlarda yürüyebildiğimizi ve varolmanın dayanılmaz hafifliğini farkettik. Bunun üstüne Ceren'in çantası olmadan gezme projesi fikrini ortaya attı kendisi. Bilemiyorum bilemiyorum..

:)



Sevgi Dolu

Akşam banyodan çıktım, MSN başına geçtim, bi baktım sevgilimin morali bozulmuş. Dilini ısırmış, hep kanamış. Ben de "cici diiiil, tatlı diiil, güzel diiil" diyerek moral vermeye çalıştım. Busefer "cici diilmişim ben" diye ağlamaya başladı. Sömür duygularımı Deniccan, kıvraniyim bi kenarda ben. :)

 Ama çok tatlı. Mesela bugün farkettim ki, hayatımda en beğendiğim blog, sevgilimin bloğu. En sevdiğim blog, sen git, en biçok sevdiğim insana ait çık! Coincidence?

Research Methods

Dönem sonuna bitirmem gereken araştırmamın konusu: Ürün ambalajının tüketici davranışlarına etkisi. Tabi bu daha daraltılıcak. Ürünleri "hızlı tüketim ürünleri" diye sınırlandırırım sanırım, davranışları da "satın alma" olarak, emin diilim. Ama güzel bi konu seçtim bence, ambalaj delisi bir tüketici olarak..

 Geçen postumda ekonomist olmak istemediğimden bahsetmiştim. Devam ediyim madem: Akademisyen olmak istemiyorum. Kendime not. Neyi istemediğimi unutucaamdan diil de, 3 tane yoğun günden sonra "tanrım, ne bu rekabet, ben yoruldum bile, asistanlık da fena iş diil" gibi zırvalarla kendime tuzak kurmiyim diye. En azından yaş kemale erene kadar istemiyorum lexis nexis mexis.

Perşembe

Şimdi yiyor: Tortellini

 Bir 12 saatlik perşembe günü maratonunu daha tamamlamış bulunuyorum. Sabah evden çıkış saatimle akşam eve giriş saatim aynı. Hiç bana göre işler diil bunlar. 

 Ajansta, "bizce müşterimiz kriz döneminde bu işe kalkışmalı mı, (tabii ki evet, o kadar kampanya hazırladık?) why/why not?" konulu raporu yazma işine, biz reklam yazarları da karıştırıldık. Ekonomist olucaz. Ekonomist olmak istemiyoruz. 

 Neyse ki Perran Hoca'dan aldığımız feedback beklediğim gibi öcü diildi. Sonrasında da bay panterle kendimizi ortasında bulduğumuz zincirleme "that's what she said" replikleri eşliğinde hazırlanıp santrale gitmek üzere ortamı terkettim. 

 Eve dönüş yolunda, Caddebostan ışıklarda bir araba yayaya (koko cambo) çarpmıştı, yaya yerde yatıyordu, etrafı kalabalıkla çevriliydi. Dolmuş şöförümüz konuya hakim olmak için yavaşladı. Sonra efkarlanmış olsa gerek, sıradaki iki trafik ışığında kırmızıda geçti. 

 Şimdi eve geldim, oturdum, Deniccan napıyo acaba diye düşünerek ekrana bakıyorum. Lost indirsem izliyebilicek miyiz? 15 dakikalık bir power nap için yatağıma uzansam sabah mı kalkarım? Sevgilim bu boş postu okuduunda acıcıcık da olsa keyiflenir mi? Gibi gibi

Bugün Türkü'yü aradım, Pınarla birliktelermiş, tam da benden konuşuyolarmış. İkisini bir arada bulmuşken doğumgünümü kutlamamalarına çemkiriyim dedim. -- Zaten kendi Facebook'unu kapa, köpeğininkini kullan, köpeğinin doğumgününü daha çok kişi kutlasın. -- Türkü "Hem doğumgününü unuttum hem de beni aramıyosun diye içten içe sana bozuluyodum, allah beni naapmasın" şeklinde tepki verdi, sonra da kendisinin zaten doğumgünü unutan biri olduğunu herkesin bildiğini, bu savunmayla Pınar'ı yalnız bırakacağı için üzgün olduğunu ama lütfen değerlendirmeye almamı söyledi. Pınarla konuştuk sonra, sadece şaka yaptığıma ikna ettikten sonra haftasonu için ayarttım ikisini. Baran Baran adlı kişinin oyuncak sergisine cumartesi günü, yani son gününde gidicez bir aksilik olmazsa. Şaka maka, liseden sonra hep ikili kombinasyonlarla görüşür olmuştuk, bu 3ü 1arada fikriyle çok heyecanlandık.

Sandwich- Oyuncak demişken, şubat ayının son gününde de Denizcan'la Sunay Akın'ın şu ünlü oyuncak müzesine gittik, ondan beri rüyamda hep oyuncaklar görüyorum. Nostaljik olanlar bir yana, beni en çok içinde her birinin yüz ifadesi farklı bebekler olan pastane, manav, kasap sahneleri, Alice'in beyaz tavşanının biblosu, ve ünlü filozof ve yazarların sakallı pofuduk peluş bebekleri zorladı.

 Sonra Türkü, bahsettiği pikabı almadığını söyledi: Türkü üniversitedeki son senesini okumak ve üstüne staj yapmak için Amerika'ya gider. Zaten hiçbir zaman CD koleksiyonu yapmamış biri olarak orada yaşadığı süre içinde uygun fiyata bir dolu plak toplar, Türkiye'ye döndüğünde de ikinci el filan bir pikap almayı planlar. Türkiye'ye döner, bir de bakar ki pikap fiyatları, 2. eller dahil, hiç de uygun diil. Pikaplar bir değerlenmiş. Genelde yanlarında Issız Adam diye bir filmin afişleriyle sergileniyorlar. Hayal kırıklığına uğrar.

Sandwich- Issız Adam demişken, yine Denizcan'la, bu gelişinde artık Issız Adam'ı izlemeye karar verdik. İlk 10 dakikasını izleyip, sadece 2 günlüğüne görüşebildiğimiz ve geçen her saniyenin son derece farkında olduğumuz bu dönemde 10 dakikanın yeterli olduğunda hemfikir olduk. Bir dahaki görüşmemize bir 10 dakika daha izliycez. Ve sevgili Blog, bir gün gelip de, evde, saatin kaç olduğunu hiiiç umursamadan baştan sona Issız Adam'ı izlediğimizde, gerçekten mutlu olucaz.

 İşte Türkücük Gittigidiyor'da uygun bir pikap bulduğu için geçenlerde beni aramıştı, benim Gittigidiyor hesabımı kullanması için şifremi vermiştim, sonra da hesabıma bakıp görmüştüm zaten almadığını. Büşra'nın eskiden çalıştığı bir müzik markette daha iyisini bulmuş. Bakalım bakalım.

 Yarın ajans var.

Fotoğraf Makinesi

Satın alma ihtimalim olan fotoğraf makineleri listesinden çoktaaandır çıkmış olan Canon EOS 400D'yi 2 gün önce elime aldım. "Makine seçerken illa eline al, bir tut." diyolar ya hani, o yüzden gidip görevlilere "Pardon, şu makineyi bir elime alabilir miyim?" diyorum. Sonra görevli gidip anahtarı buluyo, alarmı az çaldırmaya dikkat ederek makineyi dolaptan çıkarıyo, bana veriyo ve yanımda duruyo. Ben de makineyi tutuyorum. Açıp deniyemiyorum tabi orda, tutuyorum, parmaklarımla sarıyorum, tartar gibi yukarı aşağı hareket ettiriyorum filan. Ve bütün bunlar sırasında görevlinin zahmetine değer bir şey yapmadığımı düşünmekten dolayı makineyle aramdaki elektriğe odaklanamıyorum. Sonra mümkün olduğunca bu deneyimden çok faydalanmış bir ifade takınarak teşekkür ediyor ve makineyi geri veriyorum.

 Neyse, yine de sevindim şu makineyle yüzleştiğime. Küçük oluşunda ve açıkçası grip kısımlarında şu antik deri efektli şeyden kullanılmamış olmasında aklım kalmıştı. (eyvah eyvah) Ama tam tersi, bunun makineye iyice oyuncak havası verdiğine ve aklımın kalmamasına karar verdim. İlk hedefimiz Nikon D90!

İşsiz Güçsüz

Ajanstayım.

  • Kadri Hoca broşürümü onayladı. (laylaylom)
  • Haluk Hoca İngilizce metnimi onayladı. (şıkıdım çıkıdım)
  • Perran Hoca mektubumu yazmış olduğumu onayladı, ama ne yazdığıma henüz bakmadı. Anca perşembeye. (bu o kadar kolay olmıycak gibi)

 Yani şu anda işim yok ama belllki isim önerileri görüşülür diye çıkmıyorum.

 Günün keşfi: Dün Kadri Hoca'nın yazdığı bir hikayeyi -ana karakterin kendisi olduğundan emin olarak- okudum, sanki özel hayatına burnumu sokmuşum gibi hissettim, bir daha yüzüne bakamayacağımdan filan korktum. (manyak) Olmuyomuş öyle bişey.

Karar

Bundan sonra "bir başka postumda mutlaka değinirim" kalıbı blogumda "bbpmd" kısaltmasıyla kullanılacak.

Can Kulak

Şimdi içiyor: Sıcak Çikolata

 Blog, yaşamımın hiçbir döneminde bir peluş hayvanla yatma alışkanlığım olmadı. Ki son derece bağlı olduğum bir peluşum vardı, ilkokula daha başlamadığım yıllarda benim olmuştu, bilen bilir; Trusi. Kendisi bir köpek yavrusuydu ve boynundaki ilk fırsatta çıkarıp çöpe attığım plakada elyazısı gibi bir yazıyla yazan "Trudi" ismini yanlış okumamız sonucu bu ismi almıştı. Nereden biliyorum, çünkü şimdi 20 yıl sonra, orda burda Trudi marka oyuncaklara rastlıyorum ve yazı karakteri dün gibi aklımda.

 Her neyse, Trusi ben kazık kadar oluncaya dek benimle her türlü tatil yöresini gezdi. Evden uzağa gidiyorsak Trusi de mutlaka gelirdi. Hatta bir seferinde Antalya'ya gitmeden önce odamdaki diğer peluşlarla yaptığım hayali bir diyalog sırasında hepsinin bana çok alındığını öğrenmiştim. Bu sefer Tavşan'ı da götürmeye karar vermiştim. Beyaz Kedi'ye bir dahakine de onu götüreceğimi söylediğimde kabul etmiş fakat üzgün üzgün bakmaya devam etmişti. Diyaloğun sonunda ancak bir valize sığabilecek sayıdaki bütün peluşlarıma, benle geleceklerine dair söz vermiş bulunuyordum. Anneme haber verdiğimde bunun söz konusu bile olamayacağını söylemiş, üstelik ütü yapıp bavul hazırlamaktan bunalmış olmasından dolayı beni güzellikle ikna etmek için en ufak bir çaba da harcamamıştı. Ne biliyim, bak yavrum bunlar tüylü hayvan, Akdeniz ikliminde çok terlerler, hiç sevmezler oraları dese, hem yeni bir şey öğrenmenin verdiği hazzı yaşıycam, hem içim rahatlıycak. Sonrasında, babam ve kendisinin birer valiz götürme hakları varsa kendimin de bir valiz istediğimi ve ona ne koyacağıma da benim karar vereceğimi, hayvanlarımdan bir tanesi bile gelmezse kendimin de gitmeyeceğini söyleyerek hayatımın restini çekmiştim. Sonunda da elimde sadece Trusi'yle paşa paşa Antalya'ya gitmiş, bi güzel eğlenmiştim.

 Neyse, diyeceğim odur ki, Trusi'yle yatmak, Trusisiz uyuyamamak gibi bir alışkanlığım yoktu yine de. Genelde başucumdaki komidinde dururdu. (gece lambasının Trusi'ye yaptıklarına başka bir postumda mutlaka değinirim.)

 Geçen hafta çok hastaydım; burun, boğaz, ateş, huysuzluk, "hasta olmamak nasıl bir duyguydu ki?" diye başlayıp katiller tarafından kovalanmaya giden yarı bilinçli düşünce katarları, bilmemneler.. Bu durumdan çok etkilenen ve telefonda hapşırık öksürük ve sümkürüğümden iletişim kurmaya vaktimiz kalamadığını farkeden sevgilim, duruma çok güzel bir çare buldu ve bana bir paket yolladı. İçinden şu çıktı:

 Odamdaki medeniyetler arasında son aylarda en hızlı büyüyeni şüphesiz filler. (diğer medeniyetlere başka bir postumda mutlaka değinirim.) Bu yeni üyenin adını Can Kulak koydum. Hasta olduğum geceler boyunca hep sarılıp yattık birbirimize. Şimdi ise iyileşmiş halime -evet anlaşıldığı gibi postumun sonuç cümlesi geliyor- hala birlikte yatıyoruz. Bu sabah babamın telefonda yaptığı gürültülü konuşmayla uyanıp ara kapıyı kapamak üzere, yüzümde hoşnutsuzluğumu belli eden bir ifadeyle kalktım, babama bakış attım ve ondan geriye beklediğim "Eee napiyim yani" ifadesi yerine bir gülücük aldım. Ooo demek ki işlerde güzel gelişmeler var, keyifler iyi diye düşünerek yatağıma geri döndüğümde kucağımda Can Kulak'ın olduğunu farkettim. Ona gülmüş olsa gerek. Mutluyuz yaani :)


Debelenme 1 2 3

12 olmadan yetiştim. Cancan ugraşıp hazırladı çok güzel oldu :) Bugün blogumla benim dogumgünümüz.