Üniversitenin kapısındaki, "Pardon yüksek için başvuruyu buraya mı yapıyorum?" diye cümle kurmaya çalıştıım sırada suratıma bakıp bana kağıt uzatan güvenlik görevlisi. Sen biraz sempatik gibiydin. "Numaramızı kaçırdık biz ne zaman giricez?" diyenlere "Numarasını kaçıranlar cezalı olduğu için 15 dakka bekliyo burda, sonra içeri alıcaz" filan diyodun ilginç telaffuzunla.
Sınavlar bitti, teslimler bitti, sunumlar bitti, kokteyl bile bitti.
Gelecekteki evimle ilgili çok hayal kuruyorum buaralar. Çocukluumdan beri kurup dururum zaten. Neyse işte, giderek daha net görünmeye başlıyo ama gözüme. En azından eskisi gibi, farklı farklı tarzlar beyenip, tek bir evin odalarına paylaştırmaya çalışmıyorum uzun zamandır. :)
Neler istiyorum:
Salon olması amacıyla inşaa edilmiş, diğer odalardan daha yüksek tavanlı ve büyük pencereli bir oda istiyorum öncelikle. Ama bu odayı salon olarak kullanmamak, çalışma/yaratma alanı olarak kullanmak istiyorum. Tapınağım olsun orası. Kara tahta, tebeşirler, bin türlü boyalar, grafik/müzik için bilgisayar (tercihen "grape" renkli iMac :) ), keçeler, kumaşlar, dikiş makinesi, cam boncuklar, taşlar, saten ipler, alçı, ahşap, alet çantası, mine yapmak için bir adet fırın, ve daha niceleri.
Salonum ise daha küçük olsun. Duvarları işlenmemiş ham beyaz kireç görüntüsünde olsun. Bir duvarda cam tuğlalar da kullanabilirim. Ya da gerçek tuğla görüntüsü. (Sırf mağazasının girişinde tuğlalar var diye Lee'ye bayılırdım mesela küçükken. İlla biyerlerde kullanıcam bu tuğla olayını) Işıklandırma da cam küplerden oluşsun mesela, loş olsun. Işıklandırma konusunda ütopyam: TGI Friday's'teki gibi Tiffany vitraylı avizeler!! Mobilya olarak da "alçak mobilya" düşkünüyüm genel olarak.
Görüldüğü gibi renkli duvara çok düşkün diilim. Doymuş da olabilirim. (Tek bir duvara tablo muamelesi yapıp koca bir resim çiziyolar bazen, o hoşuma gidiyo, ama arada kalmış, küçük duvarlara yakışıyo o. )
Amaaa kapılarım renkli olsun istiyorum. Renkli ahşap kapıları olsun odalarımın. Anahtarlarına ise anahtarlıklar takmayı düşünüyorum. Otel tandansı yakalıycam yani bir nevi. Kapılarımdan bir tanesinin ise asimetrik bir cam kısmı olsun ve o cam vitraylı olsun istiyorum.
Yerlerde taş döşeme seviyorum. Google'da aradım, bunu bulabildim. Çok daha harika şekillileri de var, özellikle siyah beyaz gri tonlarda ve de parlak. Neyse, abartmadan, gözü yormadan böyle döşemeli yerler istiyorum, en azından koridorlarda, girişte veya bir odada.
En renkli, espirili filanlı falanlı şeyleri mutfağa yakıştırıyorum. Çiçekli böcekli ekmek kızartma makinem, bulaşık fırçam, M&M's kavanozum vesairem hazır zaten. :) İştah açıcı bir mutfak istiyorum, baharatlıklarda Ikea'nın ilginç çözümlerinden yararlaniyim, bir adet servis arabam olsun, Kitchenaid'in muhteşem meyve sıkacağından aliyim, bir yanda dekor olarak Mudo'daki nostaljik minyatür mısır patlatma arabalarından olsun filan falan istiyorum. Güzel kartpostalların içine yemek tarifleri yaziyim istiyorum. Dolapların içinde tabak çanaklarım inanılmaz düzgün dursun, kolaylıkla çekip aliyim, birini almak için 10 tanesini kaldırmak zorunda kalmiyim istiyorum. Buzdolabım ya renkli retro şeylerden olsun, ya da koca, ankastre bir depo olsun istiyorum. Açık mutfağa da sıcak bakabilirim. İşte mutfağımın boyutuna ve evin geneline göre değişecek bunlar.
Yatak odamda yıllardır istediğim tek bişey var ama o da masraflı baya. Bir adet küçük gardrop. (Kıyafet sığdırmak için hep koca koca gardroplar kullanmanın hüznünden böylece kurtulucam.) Gardrobun kapağını açında, bir de bakıyoruz ki içi boş, arkası da boş. Aslında bu gardrop bir kapıymış! Gardroptan içeri girince yeni bir odaya giriyorum ve bütün kıyafetlerim, ferah ferah, yazlık kışlık, hepsini görebileceğim şekilde renkleri ve modellerine göre düzenlenmiş. Ayakkabılarım, çantalarım ve kemerlerimle beraber! Lütfeeeeeeeeennn. Bi de tuvalet masamın üstünde, nostaljik teneke kabartmalı parfüm reklamlarından olsun.
Banyo hakkında bir dolu seçeneğim var, yine aksesuvarları şimdiden biriktirmeye başladım. Kısa tutiyim, şöyle diyim: Şık, ahşaplı-turkuazlı bir banyo istiyorum. Ve ayaklı küvet!
Evi mümkün olduğunca nötr tutarak, değişiklik istediğim zaman sadece aksesuvarları değiştirebilmeyi planlıyorum. Bu vazo, saksı türü şeylerde de buaralar en çok sevdiğim şey, "taştan yapılmış, birazı renkli bir boyayla boyanmış, bir kısmı ise ham kalmış" görüntüsü. Ayrıca evimdeki boruların bazılarının dışarıdan geçmesi ile hafif endüstriyel bir hava da yaratmayı düşünüyorum. Öhöm. Duvarlarımı genel olarak çerçevelenmiş teneke reklam afişleri süslesin istiyorum ama salonda bir tane de "jazz trio" tadında tablo istiyorum: 3 anarenkten oluşan dev ceketleriyle siyahi müzisyenler, enstrümanlarını yıldızlı bir gökyüzü altında ve ahşap bir köprünün kenarında çalmaktalar. Ceketler dışında tablo oldukça karanlık ve de çok ayrıntılı bir çalışma değil. Bu tabloyu nasıl bulucam, merak konusu cidden.
Peki ya şimdiden alıp durduğum renkli teneke kutular, minyatür atlıkarıncalar ve teddy bear'lar noolcak? Göz yormıycak mı? I ıh yormiycak. Yormiycak hale getiricem. Hepsini bir camlı dolaba koyabilirim mesela. Bir arada dururlarsa, baktıkça güzelleşen bir dolap şeklinde algılanabilirler. Incık cıncık olarak diil.
İşte aklıma ilk gelenler bunlar. Zaten şimdiden okunmayacak kadar uzun bir post oldu ama yolda izde "nasıl atlarııım" diyeceğim birsürü şey gelicek aklıma şimdi kesin. Böyle dursun bakalım, olur da gerçekten bir evim olursa ne kadar zorlıyabilicem bu hayali, görelim.
(Evin dış kısmıyla ilgili hayallerime ise bbpmd)
Efendim, ilkokulda birgün sınıfça Sarı Zeybek izletilmiştik ve sonrasında çocukluğumun kabus kısmı başlamıştı. Gündüz vakti bile yalnız kalamıycak kadar etkilenmiştim belgeselden, annem çamaşır asıyosa balkonda, yemek pişiriyosa mutfakta takılıyodum. Bütün gün, gece dişimi fırçalamak için evin arka kısmına yalnız başıma gitmem gerekecek olan anı korkuyla bekliyodum filan. İşin kötüsü kısa filan da sürmemişti bu dönem. Salonda uyuyo, annemler yatarken de annemlerin yatağına yatırılıyodum. Ola ki ben uyuyunca beni önceden yatağa götürmüş ve salonda oturmaya devam etmiş olsunlar, ben de uyanıp kendimi yatakta yapayalnız buliyim, salona koşup kıyameti koparıyodum. Psikologları daha 2. seansta "iyileştim" diye kandırdığım için onların da bir faydası olmuyodu.
Sandwich: Zaten ilkokul 5'teyken babam bigün mutlu mutlu gelip, kardeşim olacaını söylediinde de ilk tepkim "olamaz, hayır, ben sizi hiç yalnız bırakmadım ki!" demek olmuştu, acayip bozulmuştum. Sonra aldırması gerekti zaten annemin. Ona daha da çok üzülmüştüm.
Rüyamda ajansta yeni bi müşteri için çalışmak üzere beyaz tahtayı önümüze almış hazırlanıyoduk. Tahtayı temizlerken Kadri Hoca geldi ve neden hala başlamadığımız konusunda sinirlendi. Yeni işimizde, ilanlarda andımıza göndermelerde bulunmamız gerekebileceğini, bunun için önce andımızı biliyo olmamız gerektiğini, ve hadi bakalım, ortaya çıkıp ezbere okumamızı söyledi.
İzmir'de geçirdiğim 2 hayat kurtarıcı bol evde oturmalı günden sonra bu sabah otobüsüme gitmek üzere taksiye bindik Denizcan'la.
Bir perşembe gününde daha beraberiz.
Eve dönerken dolmuş Beşiktaş'ta trafiğe yakalandı. Işıklarda bekleyen Robocop kılıklı bir polisin elindeki K9, polisin yanında bekleyen mısırcının arabasını yalıyodu çaktırmadan, koca kafasını uzatmış. Çok neşelendim bu işe. Gönlünde mısırcı çırağı olmak yatan kendi halinde bir hayvan, toplum baskısı yüzünden polis çırağı olmuş çıkmış. Kıyamam.
Canım Celil Oker bugün (dün) ajansı ziyarete geldi. Yeni kitabıyla boğuşuyomuş ve romanlarının dedektif kahramanı Remzi Ünal, genç bir yazarın kitabında konuk karakter olmuş.
Tam da "bu sene boyunca sabahın bir saatinde yaptığım otobüs yolculuklarında hiç midem bulanmadı" diyebileceğimi düşünürken bugün siftahı yaptık. Yine dakika saymalar, trafikteki arabaları beyin gücüyle ittirmeye çalışmalar, "olmassa ilk durakta inerim" diyip diyip inmemeler.
Bugün eve dönüş için Taksim'den dolmuşa bindiğimde acayip uyku bastırdı, yol boyunca kestirsem ne güzel olur diye düşündüm. Sonra sahil yoluna varınca dolmuşçunun muhtemelen biyerinin kalkıcaanı, arabayı o yana bu yana savurucaanı, o sırada uyumanın pek akıl karı olmadıınıı düşündüm. Sonra "ozaman sahil yoluna kadar uyuyim, hissettiğim ilk ani frende artık uyanmam gerektiğini anlarım" dedim.
Bu hafta başında Mitra'ya zırt pırt "bıcı bıcı zamanın geldi mi senin oğlum?", "artık bi banyo yaptıralım mı sana oğlum?" diyip hayvancaazı tedirgin ediyodum. Zamanın iyice yaklaştığını anlamış olucak ki Çarşamba günü babama bigüzel feyk atmış dolaşırken. Sahilde çimenlere kakasını yapmış, babam poşetle onu yok etmeye çalışırken diğer tarafa koşup denize atlamış. Madem banyo yapıcaz hakedelim demiş, bi o yana bi bu yana yüzmüş buz gibi havada. Eve gelir gelmez küvete sokulup köpürtüldü, bi de tüylerine bakım yapan şampuanın kokusu şaşılcak derecede güzel, özeniyorum resmen.
Denizcan'la buluşup Pizza Hut'a doğru düzgün bişeyler yemeye gittik. Büyük bi zevkle ne kadar yorulduğumu anlattım. Konser'e (Quo Vadis) gitsem ayakta durabilir miyim, şüphelerim olduundan bahsettim. Yine de gidelim dedim.
Cuma günü, sağlık sorunum olduğu günler dışında hayatımın en yorucu günüydü sanırım. Sabah ajansta müşteriyle toplantı vardı ve Perran Hoca hepimizin çok aktif olması gerektiği konusunda önceki günlerden uyarılarda bulunmaya başlamıştı. Perşembe gecesi 4'te filan yatmış halde Cuma sabahı toplantıya girdim. Fena geçmedi sanırım. Ezgi de soru sordu müşteriye!!! :)
Ki bu gece yaklaşık 5 gün önceye denk geliyo. Bi yerden başlamak lazım. :)
Öncelikle: Ajansa geldim biraz önce, kulaklığım monitör ve mouse kablolarının arasında kamufle olmuş, bıraktıım gibi bekliyomuş beni. Pek sevindim.
Gelelim bu sevincin bastırmaya yetmediği gıcıklıklarıma.
Dün konserden önce Türkü'nün uzun süredir tavsiye ettiği şu kuaföre gittim, saçım kırıkla dolu diye azıcık kestirmek üzere. Herzamanki gibi kısaltılmasını istediğimden çok daha fazla kısalttılar. Makası ellerine almadan önce her söylediğiniz sözü çok iyi anlıyolar, sonra kendilerinden geçiyolar. Hadi buna alışığım ve bunu göze almıştım. Sonlara doğru kuaför sordu bana "önünden küçük bir tutamı şu şekilde keselim mi, yanda kullanırsın" diye. "Ya aslında öyle bişey düşünüyorum ama daha uzun olması lazım, kısa istemiyorum" dedim. O da biraz daha uzattı.
Bu sırada saçım ıslak olduğu için bahsi geçen saç tutamı gerçekten ince görünüyodu, ve uzun. Kurutulduğu anda koccaman genişleyip bir de güzel kısalıp adeta bir kakül halini aldı. Hem de yandan. Emoyum şuan. Bu birincisiydi.
İkincisi, dün gece babaannem tekrar bize geçti. Dedecim öldüğünden beri babaannem 2-3 ay kuzenimde, 2-3 ay bizde, yazın da halamda kalıyo. Aileye bir insan katılması yeterince afallatıcı tabi ama babaannem birlikte yaşaması da çoook zor biri. Belki de en zor biri. Her gece saat 3 gibi kalkıp wc'ye giriyo, ilk 5 dakkada sifonu çekiyo, sonra yarım saat daha belki de daha fazla daha içerde kalmaya devam ediyo. O sırada ışıklar gözüme giriyo, yorganla ışık gelen noktaları bloklamaya çalışıyorum, busefer nefessiz kalıyorum, tam dalıcam yorgan sönüyo ve ışık tekrar gözüme giriyo. Babaannemin içerde ne yapıyo olabileceği hakkında baya kafa yorduk annemle geçen sefer. Bir "curious case of bidbidibid" haline getirdik, ne zaman yalnız kalsak "gece duydun dimi?", "üstelik busefer tırrrt tırrrt diye bi ses de geliyodu" filan diye konuşur olduk. Sonunda keşfettik ki saçını tarıyor, kremler sürüyor ve bakım yapıyomuş. Bakımına herzaman hepimizden çok düşkün olmuştur. (çünkü bizim o kadar zaman yaratmamız zaten imkansız olurdu) Ama saat 3-4 arasına da bir ritüel koyması, inanın bana, önümdeki şu kritik 2 ayda beni çoook yazdırıcak bu bloga. Bi de ışık söndükten sonra sinirden uyuyamama süresi var. Haydi pissssmi diyorum.
Üç: Sabahın köründe başka araç olmadığı için Bostancı'ya gitmek üzere taksi çaarıyorum hep. Ve bu çakal taksiciler Bostancı'ya yaklaşınca hemen "nerde iniceksin" diye soruyolar. "ışıklarda" dediğimde de "ozaman oraya kadar gitmiyim dönemeçte bırakiyim" diyolar. Çünkü istediğim yerde bırakırlarsa biraz daha ilerden dönmesi gerekicek, toplam 5 dakikasına malolucak. Benim ışıklara yürüme, yeşil yanmasını bekleme ve karşıya geçme süremle aynı! Peki parayı veren olarak düdüğü benim çalmam gerekmiyo mu bu durumda? Sabahın o saatinde 5 dakikanın hesabını yapmiycam da ne yapcam? Bi yere yetişme derdim yok da keyiften mi çıkmışım karga bokunu yemeden? Param mı batıyo ya da bana? Her sabah o verdiğim 10 milyona nası yanıyorum, nası içim gidiyo, bi de işime yarıyan yerde inemiycek miyim?
Hayır, haftasonu filan işim düştüğünde kendim söylüyorum zaten "Siz şuracıktan dönün" diye, ama bu yüzsüzlüğü gördükten sora yapmıycam artık onu da.
Peki ben ne yapıyorum derseniz, eğer keyfim yerindeyse "yok hayır, alt geçitten geçicem, duraklara gidiyorum, ışıklarda lütfen." diyorum (bundan sonra ısrar edeni bile oldu), keyfim yerinde diilse uğraşamıyorum "vadevır" diyorum. İyi günler de dilemiyorum. Onun da çok s**inde.
Bu sabah keyfim yerinde diildi, boyun eğdim, durakta 45 dakika dolmuş bekledim. Ve her dakika "acaba 5 dakika önce varsam önceki dolmuşu yakalar mıydım" dedim.
Şimdilik bukadar.
Çok seviyorum. En sevdiğim arkadaşım. Keşke o da olsaydı bugün konserde. Samanta olmasaydı. Ühüh.
Bu gece bir aksilik olmazsa Türkü ve Pınar'la Ron Carter konserindeyiiiiz. Ve Pınar'ın Kemal'i 1 haftalığına Türkiye'ye döndüğü için onu da ilk defa görücez! Şimdi gece geç dönerim filan sevgili Bloggy, yazmaya vakit olmaz, tahmin ettiğim kadarıyla konser sonrası postumu şimdiden yazayım:
Bu gece Türkü ve Pınar'la Babylon'daydık. Konser çok güzeldi. Güzel müzisyen Ron Carter. Seyirci kitlesi de oldukça kaliteliydi, uzun zamandır bu kadar hoş çocuğu bir arada görmemiştim. Jazz konseri oldu mu ülkemizde yaşıyan bütün avrupalı şeker gençler bir araya geliyo malum. Biliyosun Bloggy, ben İstanbul kızıyım, burası kozmopolit bir şehir, erkekler aynı Spice Girls gibi, renk renk sıralanmışlar etrafa, her zevke hitap ediyolar. İçim sıkılınca gözlerimin bayram etmesi için bir İstiklal'e bir Kadıköy'e çıkmam kafi. Ama Bloggy, ne yalan söyliyim, uzun zamandır böylesini görmemiştim.
Peki Bloggy bu gece birinin eksikliğini çektim mi diye sorarsan eğer, pek düşünmeme gerek yok. Tabii ki Samantha Jones! Türkü ve Pınar, kusura bakmayın, arkadaşlığınızdan çok keyif alıyorum ama o ortamın hakkı anca Samantha'yla birlikte verilirdi. Alem kız.
Sonra eve döndüm, baktım ki Denizcan'ın gazı var, guk diyo, canı da sıkılmış. Kıyamam ona ben hiç, modum düştü bir anda. Güzel erkeğim benim, evimin erkeği sonuçta. İzliycek dizi de kalmamıştı bugüne, ben de bikaç tane komik reklam filmi yolladım youtube'tan, çok güldük, ben güldüm en azından.
Böyleyken böyle Bloggy, şimdi uyuycam, yarın ola hayrola. Öptöm
İkinci değerli kulaklığımı da kaybettim! Birincisini kaybettiğim gün, ajanstan çıkarken yanıma aldığımı ve yolda müzik dinlediğimi hatırlıyorum. Ama evi talan ettim yok. Bunun üzerine emektar Sennheiser'ımı devreye soktum, daha 1 hafta olmadı. Ve dün ajansta bıraktım! En son Cem yeni müşterimizi sevmediğinden yakınırken masamıza oturmuş elinde sallıyodu, yuvarlaklar çizdiriyodu. Sonra çıkarken herzamanki gibi masanın üstünde bişi bıraktım mı diye kontrol ettim, baktım yok, herşeyimi yanıma aldığımı varsaydım ve çıktım. Anca yarın ajansa gittiğimde görücem, hala orda mı yoksa uçmuş mu :(
Ales'e başvurmak için cumaya 2 gün kala, bugün, öğrenci işleriyle konuştum. Başvuru için randevu almak gerekiyomuş ve boş randevu saati kalmamış. Başka okuldan halledicekmişim. Başlarım böyle işe cidden.. :(
Buaralar parfüm beğenme dönemimdeyim. Bazı aralar en güvenilir bulduğum kokulardan bile etkilenmez oluyorum, bazı aralar da böyle coşuyorum ve satın aldığım herşeyi, aslında bir parfümün kaçtakaçı fiyatına sahip olduğunu hesaplayarak alır oluyorum.
Daha doğrusu yanılmamışım.
Perşembe günü Atakan Hoca'nın dersine girmeden Tuncay'la karşılaştım, dersi 2 saat sora başlıycakmış, naapsam neetsem diyodu. Önce MSN'deki "bir sorun varsa cevabını almak için takla atmalısın!" tavırlarından dolayı kendisine ne kadar gıcık olduumu sölemek için gülmemi bastırmaya çalıştım, (gördüüm anda gülme tutan bitakım insanlar var, Tuncay da dahil) içimi döktükten sonra isterse oyalanmak için bizim derse girmesini söledim.
Haluk Hoca müşterimizi veto ettiğinden beri grup olarak çoğunlukla boş boş oturuyoruz ajansta, dizi filan izliyoruz. (Haftaya geliyo yeni müşterimiz.) Dolayısıyla saat kaçta girip çıktığımız da pek belli olmuyo. Bir de son 2 haftadır keşfettim ki, 5-10 dakka gecikmeyi göze alırsam şayet, 1 saat geç kalkıp otobüs yerine dolmuşla geçebiliyorum karşıya.
Dün gece saat 12 civarında Deniccan'ı yatırırken "saçlarım ıslak, onlarla uuraşmam lazım, keşke ben de yatabilseydim şimdi" dedim, o da haklı olarak "nolcak ki hemen kurutur yatarsın, hadi tatlı rüyalar bana, mukcuk mukcuck" dedi.
Ama ben kaşındım. Bi süredir yanımda gezdirdiğim playlistten sıkıldığım için itunes'da yeni bir liste oluşturup telefonumla 2 dakkada synclemeye karar verdim. İlk adım olarak önceki listeyi sildim. O kadar güzel bi liste hazırlıycaktım ki, her an dinleyesim gelebilecek olan bütün şarkıları içermesiyle beraber, tam olarak keşfetmediğim ama bana heyecan veren bir çok alternatifim de olucaktı. Böylece ertesi günün (yani bugünün) Perşembe olmasının çirkinliği güzel müziklerle hafifliycekti. Gel gör ki asla çözemediğim ve çözemiyceim bir sebeple, bazı albümlerin aktarımı, beklediğim gibi 10 saniye sürerken, bazılarınınki 5 dakika sürüyor, ve bu süre içinde itunes aktarımı canlı şekilde gösterse de mouse'umla verdiğim hiçbir emri algılamıyodu.
Seçeneklerim vardı, mesela henüz eşleştirmeye başlamadığım için telefonumdaki şarkılar silinmemişti, kaç aydır güzel güzel idare ettiğim mp3 listesiyle 1 gün daha geçirmeyi kabul edebilir, böylece yatağıma beklemeden girebilirdim. Ama son 2 senede edindiğim başladığım işi bitirme ilkesi galip geldi.
P harfiyle başlıyan gruplara geldiğimde, gözlerimi bilgisayardan gelen sesleri yorumlayıp, sadece gerekli zamanlarda açabilme becerisi kazanmıştım. En önemli harflerden biri olan P'den ve sonrasından bir çok fedakarlık yapmak zorunda kaldım. Ama artık önemli diildi, gözüm doymuştu, demek ki kulağım haydi haydi doyardı. Saat 2:40'ta yatağa girdim.
Bu sabah yine "alarm daha çalmadı, ne güzel" diye düşünüp düşünüp uykuya geri dalıyodum ki, gözlerim aynıanda(?) açılıverdiler. "Ben alarmı kurdum mu ki???" Saatin 07:57 olduğunu görüp bir oh çektim, alarmı kurup 3 dakika daha uyumak üzere gözlerimi kapadım.
Kalktım, hazırlandım, taksiyi çağırmadan önce mutfaktaki muz demetinden sapı kırılmayacak şekilde özene bezene bir adet muz kopardım. (Çünkü muzu yolda yemek üzere çantama atıyorum ve pislenmesini istemiyorum.)
Taksiye bindiğimde muzu evde unuttuğumu farkettim. Dolmuşa bindiğimde ise KULAKLIĞIMI evde unuttuğumu farkettim. Burada istediğim etkiyi ancak yorumsuz bırakırsam yaratabilirim sanırım. Ama tekrarlıycam bi kez daha; kulaklığımı evde unuttum bugün. Müzik dinlemek için kullanılan kulaklık hani. Açık bırakıyorum sonunu, okuyucuya bırakıyorum. Herkes nasıl anlarsa öyle. Tek bir doğru yok. ghcsfldsasdf
Dolmuşçunun dinlediği radyo programındaki sunucu, helikopter kazası geçiren siyasetçinin ne kadar sıcakkanlı olduğunu, ağzından ülkenin çıkarına olmayan tek bir kelime çıkmadığını, ama işte malesef bu partilerin seçim kampanyalarında kendi helikopterlerini kendilerinin sağlamak zorunda kaldıklarını, halbuki şayet altındaki helikopteri devlet sağlamış olsaydı bakımının da yapılmış olacağını (??!?!!!!!????), bunları unutmamak gerektiğini söledi.
Hiç hoş bi sabah diildi. Taksim'e varıp shuttle'ın kalkmasını beklerken şansıma stand-upçı sokak köpeklerinden birine rastladım. Kuçu simit parçalarını gagalayan bir grup karga görünce koşup hepsini kaçırdı. Sonra simit parçalarından birini alıp 3 metre öteye gitti, yemeye başladı. Kuçunun kendi paylarını bağışladığını sanan kargalar geri dönüp simitleri gagalamaya devam ettiler. 3 metre ötede simitini kemirirken kargaların döndüünü gören kuçu yemeyini bırakıp yine kargaları kovmaya gitti. Ne kadar simit azaldığını kontrol etti. Sonra 3 metre ötedeki simitine geri döndü. Bu döngü bir süre devam etti. Sonra sokakları süpüren adam köpeğin değerli kırıntılarını da çöpüne attı. Sonra Taksim'in melek simitçisi eline naylon poşet geçirip kuçuya yeni simitler verdi. Sonra da shuttle kalktı.
PS: Postumda geçen "muz demeti" isim tamlamasını Şahin Google'dan buldu.
Sabah saatin alarmına dayanamadım, 5 dakika sonra uyanmak üzere kapadım, ama sinir bozucu sesini tekrar duymamak için (ya da bilinçaltımda uyuyakalmak istediğim için) snooze'a basmadım, kendim uyanırım dedim. Sonra bütün bunları unuttum, bilincim her sivrildiinde "oley daha alarm çalmadı" diyerek uyumaya devam ettim. Yarım saat geç kalktım. Rüyalarımın iğrenç olduğunu hatırlıyodum ve rüyamın son sahnesindeki müzikalde bir sürü insan zıplayıp dansederek şöyle bir şarkı söylüyolardı: "There's no other George Clooney. No, not at all. There's no other George Clooney. No, not at all. There's no other George Clooney. No, not at all."
Giyinirken ederken rüyamın tamamını hatırladım. Annemle şiddetli bir kavga ediyoruz ve ben muhteşem argümanlarımı peşpeşe sıralıyorum, sürekli üstüne gidiyorum, içimde hiçbişey kalmasın istiyorum. Ben konuştukça annem hastalanıyo ama ben tartışmaya kapıldığım için bunu algılayamıyorum. Sonunda annemin artık ölmek üzere olduğunu farkediyorum ve hemen vıdıvıdıyı bırakıp onu ne kadar çok sevdiğimi söylemeye çalışıyorum. Ama bir türlü ulaşamıyorum. Bu sefer sevgi sözcükleri birikiyo içimde, onları söylemessem patlıycak gibi oluyorum, tam sesimi anneme ulaştırabiliceim sırada kaybediyorum annemi.
Sonra üstünden yıllar geçiyo, kaybettiğim kişi hem annem, hem babam hem de Denizcan'mış. Üzgün üzgün gezerken bi müzikale giriyorum, yarısı tiyatro yarısı sinema formatında. Son sahnesinde George Clooney çok üzgün ve Cate Blanchett ona doğru koşuyo, ona ihanet etmediğini, arkasından iş çevirmediğini söylemeye çalışıyo. (ki Cate Blanchett dedikleri aslında Terminatördeki Riley) Tam kanıtlarını sunucakken arkasından vurulup yere seriliyo. Sonra bi dolu adam "There's no other George clooney. No, not at all" şarkısını söylüyo.
Bugün hem tatilimin son günü olduğu için, hem Perran Hoca'nın bitirmemi söylediği rapora bir türlü dokunasım gelmediği için daha uyanıştan stresliyim. Yaptığım herşey, odamı toplayışım, sözlükte düzelttiğim türkçe karakterler, okuduğum haberler, hepsi biyerime batıyo. Aklımda sürekli rapor olduğu için herşey kaos ortamında hissetmeme sebep oluyo. Denizcim'e bu durumu anlatıyorum. Gerçi bu şekilde anlatmıyorum, daha çok "üfff bugün herşey sinirime dokunuyo, raporu da yazmam gerek" gibisinden bişeyler söylüyorum. O da sabahtan Eve Online adlı oyunu denemeye karar vermiş, heyecanlı, uzay gemilerinden, kendi gemisine benim adımı vermekten bahsediyo. Benim de bi yandan ilgimi çekiyo, bi yandan online oyunların çok zaman çaldığını söylüyor, bulaşmak istediimden emin olmadıımı kendimce belli ediyorum. (Alt metninde "bence sen de fazla bulaşma" var.)
9:43:32 PM Deniz: aradın mı hiç googleda
9:45:52 PM Deniz: çokkomik bi oyun bu
9:46:01 PM Deniz: şu an rookie helperlardan biri benle dalga geçiyo
9:47:40 PM Ceren: aramadım (yazık, konu değişmiş cevap veriyorum hala)
9:47:57 PM Deniz: anlatıcam az sonra ariip :))))
9:48:11 PM Ceren: hep bu oyundan konuşuo artık
9:48:28 PM Deniz: yok daha başı olduğundan ööle
(arıyo beni, nasıl ışık hızına geçip questini tamamlamak üzere başka bir gezegene gittiğini, tam varmışken yanlışlıkla bütün galaksiyi geri döndüğünü anlatıyo, gülüyoruz. az sonra oyunu kapayıp MSN'e geliceini söylüyo, 6 dakika bekliyorum)
9:57:33 PM Deniz: ne güzel
9:57:34 PM Deniz: adam dedi ki
9:57:37 PM Deniz: dur gemimi silahlandırıp geliim
9:57:49 PM Deniz: caldari'de buluşalım dedi
9:57:51 PM Deniz: bekliyorum orda
9:59:18 PM Ceren: bekle bakalım
(bu trip dolu lafımın üzerine 5 dakika çıt çıkarmıyo)
10:04:32 PM Deniz: oyun oynıyalım mı
10:04:38 PM Ceren: cık
10:04:46 PM Deniz: nie
Sonra en nalet halime bürüyorum, telefona geçiyoruz, günün bütün stresini zavallımdan çıkarıyorum, sürekli oyundan bahsettiğini söylüyorum, kabul etmiyo, ısrar ediyorum, itiraz ediyo, belgeyle gelmeye karar veriyorum. Yukardaki diyaloğu kanıt olarak sunmak üzere telefonda okumaya çalışırken koptu sonra ipler. Salak salak gülerek noktaladık geceyi. Şimdi bitanem, deus ex machinamın son anda verdiği bilgilerden yararlanarak raporumu tamamlıycam. Gittim
Pınar ve Türkü'yle buluşup sadece ben açım diye hep beraber Zencefil'e gittik. Benim yemeim biterken Türkü acıktı, o sipariş verdi, onunki biterken ben tekrar acıktım bidaha sipariş verdim, sonra ben açgözlülükten önümdekini bitiremezken Pınar acıktı, benimkine devam etti, sora hepberaber "ay patlıyorum" diyerek yine de şu balkabaklı paydan söyledik. Türkü'nün yanındayken yaşamak için yemiyen, yemek için yaşıyan biri oluyorum, çok eylenceli bişey.
Sandwich- Reasürans'ın adını inatla öğrenmiyorum. Dün de pasaja varana kadar nereye gidiyo olduğumuzu anlamadım. Reasürans için şimdiye kadar kullandığım tariflerin kronolojik sıralaması:Babamın her önünden geçtiğimizde "bak Ceren, sen bebekken annen hep burda dolaştırırdı seni" dediği yerNişantaşı'ndaki o çok güzel koridorlu yerGerekli Şeyler'in olduğu yerEskiden Gerekli Şeyler'in olduğu yerTouchdown'ın olduğu yer
Sandwich- Serdar Erener son derece "hırslı" ve adanmış bir reklamcı olduğunu bildiğim ve bir Ayn Rand kitabına önsöz yazdığını duyduğumda "bak sen allahın işine" dediğim, böyle andığım bir insandır.
Sandwich- Sevgili kuzenim Erkin, oldu olası garip sporlara ilgi duymuş, extreme denemelerde bulunmuş, kulağının arkasında bile dikiş bulunan, şu sıralar koca omuzlu formalarla rugby oynayıp oynayıp sakatlanan cici bi çocuktur.
Merve'nin blogunu okurken heyecanlanıp kendi çantamın içindekilerden bahsetmezsem çatlıycaamı farkettim. Öncelikle; erkeklerin çanta taşımasının çekiciliği ve bu çekiciliğin muhtemel sebepleri konusunda sana çok katılıyorum Merve. Deniz'e aldığım çantaya da ondan çok ben sevinmiş olabilirim. Diyebilirsin ki "Madem çanta taşımanın kişilik hakkında bazı fikirler vermesinden dolayı çekicilik kattığına katılıyosun, kendi hediye ettiğin çantayı niye çekici buluyosun?". (çantayı çekici bulmak :P) Hmmmm.. Çünkü zaten çanta arıyodu o bikere ablası. Kendisini çekici bulmak için bahaneler uydurmaya da meyilliyim, evet.
- Cüzdan
- Müzik çalarlı telefon, kulaklığı ve kablosu
- Makyaj çantası: Cımbız ve törpü de içerir.
- Mendil
- Islak Mendil
- Kıskaçlı toka
- Lastik toka
- Anahtarlığım
- Flash disk
- Kalem
- İlaç kutusu: Süslü küçük kutulardan diil. Şu altı kare bölmesi olan, A Space Odyssey'deki yemek tabaklarına benziyenlerden. Hatta:
- Çakmak
- Opak naylon poşet
- Oje
- Ideabook: Bildiğin not defteri. Reklamcılar ideabook diyo buna.
- Kitap: Kaplarının yıpranmaması için bi önlem almak lazım.
- Post-it
- Fotoğraf makinesi
- Lens solüsyonu ve lens kabı: Küçük setleri var bunların, hayat kurtarıcı.
- Bodyspray
- Güneş gözlüğü
- Mezura
- Küçük şişe su
- Yüz temizleme sabunu
- El kremi
- Yedek Kıyafet: kah eldiven, kah t-shirt..
Akşam banyodan çıktım, MSN başına geçtim, bi baktım sevgilimin morali bozulmuş. Dilini ısırmış, hep kanamış. Ben de "cici diiiil, tatlı diiil, güzel diiil" diyerek moral vermeye çalıştım. Busefer "cici diilmişim ben" diye ağlamaya başladı. Sömür duygularımı Deniccan, kıvraniyim bi kenarda ben. :)
Dönem sonuna bitirmem gereken araştırmamın konusu: Ürün ambalajının tüketici davranışlarına etkisi. Tabi bu daha daraltılıcak. Ürünleri "hızlı tüketim ürünleri" diye sınırlandırırım sanırım, davranışları da "satın alma" olarak, emin diilim. Ama güzel bi konu seçtim bence, ambalaj delisi bir tüketici olarak..
Türkü, Pınar ve Ceren acaba şeytanın bacağını kıracaklar mı?
0 comments Posted by Jitterbug at 11:36 PMBugün Türkü'yü aradım, Pınarla birliktelermiş, tam da benden konuşuyolarmış. İkisini bir arada bulmuşken doğumgünümü kutlamamalarına çemkiriyim dedim. -- Zaten kendi Facebook'unu kapa, köpeğininkini kullan, köpeğinin doğumgününü daha çok kişi kutlasın. -- Türkü "Hem doğumgününü unuttum hem de beni aramıyosun diye içten içe sana bozuluyodum, allah beni naapmasın" şeklinde tepki verdi, sonra da kendisinin zaten doğumgünü unutan biri olduğunu herkesin bildiğini, bu savunmayla Pınar'ı yalnız bırakacağı için üzgün olduğunu ama lütfen değerlendirmeye almamı söyledi. Pınarla konuştuk sonra, sadece şaka yaptığıma ikna ettikten sonra haftasonu için ayarttım ikisini. Baran Baran adlı kişinin oyuncak sergisine cumartesi günü, yani son gününde gidicez bir aksilik olmazsa. Şaka maka, liseden sonra hep ikili kombinasyonlarla görüşür olmuştuk, bu 3ü 1arada fikriyle çok heyecanlandık.
Sandwich- Oyuncak demişken, şubat ayının son gününde de Denizcan'la Sunay Akın'ın şu ünlü oyuncak müzesine gittik, ondan beri rüyamda hep oyuncaklar görüyorum. Nostaljik olanlar bir yana, beni en çok içinde her birinin yüz ifadesi farklı bebekler olan pastane, manav, kasap sahneleri, Alice'in beyaz tavşanının biblosu, ve ünlü filozof ve yazarların sakallı pofuduk peluş bebekleri zorladı.
Sonra Türkü, bahsettiği pikabı almadığını söyledi: Türkü üniversitedeki son senesini okumak ve üstüne staj yapmak için Amerika'ya gider. Zaten hiçbir zaman CD koleksiyonu yapmamış biri olarak orada yaşadığı süre içinde uygun fiyata bir dolu plak toplar, Türkiye'ye döndüğünde de ikinci el filan bir pikap almayı planlar. Türkiye'ye döner, bir de bakar ki pikap fiyatları, 2. eller dahil, hiç de uygun diil. Pikaplar bir değerlenmiş. Genelde yanlarında Issız Adam diye bir filmin afişleriyle sergileniyorlar. Hayal kırıklığına uğrar.
Sandwich- Issız Adam demişken, yine Denizcan'la, bu gelişinde artık Issız Adam'ı izlemeye karar verdik. İlk 10 dakikasını izleyip, sadece 2 günlüğüne görüşebildiğimiz ve geçen her saniyenin son derece farkında olduğumuz bu dönemde 10 dakikanın yeterli olduğunda hemfikir olduk. Bir dahaki görüşmemize bir 10 dakika daha izliycez. Ve sevgili Blog, bir gün gelip de, evde, saatin kaç olduğunu hiiiç umursamadan baştan sona Issız Adam'ı izlediğimizde, gerçekten mutlu olucaz.
İşte Türkücük Gittigidiyor'da uygun bir pikap bulduğu için geçenlerde beni aramıştı, benim Gittigidiyor hesabımı kullanması için şifremi vermiştim, sonra da hesabıma bakıp görmüştüm zaten almadığını. Büşra'nın eskiden çalıştığı bir müzik markette daha iyisini bulmuş. Bakalım bakalım.
Yarın ajans var.
Satın alma ihtimalim olan fotoğraf makineleri listesinden çoktaaandır çıkmış olan Canon EOS 400D'yi 2 gün önce elime aldım. "Makine seçerken illa eline al, bir tut." diyolar ya hani, o yüzden gidip görevlilere "Pardon, şu makineyi bir elime alabilir miyim?" diyorum. Sonra görevli gidip anahtarı buluyo, alarmı az çaldırmaya dikkat ederek makineyi dolaptan çıkarıyo, bana veriyo ve yanımda duruyo. Ben de makineyi tutuyorum. Açıp deniyemiyorum tabi orda, tutuyorum, parmaklarımla sarıyorum, tartar gibi yukarı aşağı hareket ettiriyorum filan. Ve bütün bunlar sırasında görevlinin zahmetine değer bir şey yapmadığımı düşünmekten dolayı makineyle aramdaki elektriğe odaklanamıyorum. Sonra mümkün olduğunca bu deneyimden çok faydalanmış bir ifade takınarak teşekkür ediyor ve makineyi geri veriyorum.
Ajanstayım.
- Kadri Hoca broşürümü onayladı. (laylaylom)
- Haluk Hoca İngilizce metnimi onayladı. (şıkıdım çıkıdım)
- Perran Hoca mektubumu yazmış olduğumu onayladı, ama ne yazdığıma henüz bakmadı. Anca perşembeye. (bu o kadar kolay olmıycak gibi)
Yani şu anda işim yok ama belllki isim önerileri görüşülür diye çıkmıyorum.
Günün keşfi: Dün Kadri Hoca'nın yazdığı bir hikayeyi -ana karakterin kendisi olduğundan emin olarak- okudum, sanki özel hayatına burnumu sokmuşum gibi hissettim, bir daha yüzüne bakamayacağımdan filan korktum. (manyak) Olmuyomuş öyle bişey.
Bundan sonra "bir başka postumda mutlaka değinirim" kalıbı blogumda "bbpmd" kısaltmasıyla kullanılacak.
12 olmadan yetiştim. Cancan ugraşıp hazırladı çok güzel oldu :) Bugün blogumla benim dogumgünümüz.