Parfüm Blogum

Buaralar parfüm beğenme dönemimdeyim. Bazı aralar en güvenilir bulduğum kokulardan bile etkilenmez oluyorum, bazı aralar da böyle coşuyorum ve satın aldığım herşeyi, aslında bir parfümün kaçtakaçı fiyatına sahip olduğunu hesaplayarak alır oluyorum.


Şimdi baktım kesem burnuma yetişemiyo, bari parfümler hakkında gevezelik ediyim dedim. Yani sadece 1 postu bulunan parfüm bloguma devam etmek istiyorum. AMA İngilizce mi devam etmeliyim Türkçe mi karar veremiyoroom.

İngilizce yazmamın avantajları: Okuduğum parfüm yorumları ve notaları hep İngilizce olduğu için tasvir etmekte kullanılan sıfatlar da aklıma İngilizce geliyo hep. Ayrıca Türkçe'lerini bulmak sorun yaratmasa da, Türkçeleri biraz komik geliyo kulaama. Türkçe yazınca parfüme şiir yazıyomuşsun gibi duruyo aslında biraz. Bir de Türkiye'de parfümleri internette aratıp yorumları ve notaları araştıran bilinçli tüketiciler (hahoohaha) var mı, pek fikrim yok.

Türkçe yazmamın avantajları: Daha rahat yazarım. Belki zamanla Türkçe yorum yazarken de kulağa komik gelmiyen bir tarz geliştiririm, yanıma kar kalır? Ayrıca İngilizce parfüm blogları bir dolu, Türkiye'deki parfümseverleri bir araya getirme kutsal görevini üstlenebilirim.

Şimdi ben böyle konuşuyorum da, ratingim her iki dilde de muhtemelen 5 kişiyi geçmiycek. Yine de geleceği olabilecek bir işe kalkıştığımı düşünmem lazım. O yüzden.

Naapsam???

Yanılmışım!

Daha doğrusu yanılmamışım.


 Hafiften Escada Collection'a benzettiğim kokunun sahibi tarafından The Body Shop'a yönlendirildiğimi söylemiştim. Bahsi geçen White Musk Intrigue adlı kokuyu dün denediğimi, ama benzer bitarafını bulamadığımı da söylemiştim. Üstünden zaman geçince ve burnum kendine gelince, bugün parfüm sıktığım yeri tekrar kokladım. Ve voila :)

 Hemen gidip bir eau de toilette'ini bir de body spray'ini aldım. Malesef limited edition. Ama uygun olduğu nispeten soğuk aylarda hevesimi köreltebilicem işte.

 Wordsworth Editions'tan çıkan Alice in Wonderland and Through the Looking Glass'i buldum bi de bugün, çok da uygun fiyata. Bakışıyoruz şuan.

 Bugünden umutlu olduumu sölemiştim, sebebi Strudeltag ve Bugge Wesseltoft konseriydi. İkisine de gitmedim! Banyo yapıp bizim tarafta gezindim, bol bol Deniz'le konuştum. Güzeldi :) Sırada Denizciimin favori dizisi Terminatör ve benim favori dizim the Office var. Maçın bitmesini bekliyoruz üçe kadar sayıp playe basmak için. (O beklemiyo gerçi, maçı izliyo) Oh oh ohş...

Gıcık

Perşembe günü Atakan Hoca'nın dersine girmeden Tuncay'la karşılaştım, dersi 2 saat sora başlıycakmış, naapsam neetsem diyodu. Önce MSN'deki "bir sorun varsa cevabını almak için takla atmalısın!" tavırlarından dolayı kendisine ne kadar gıcık olduumu sölemek için gülmemi bastırmaya çalıştım, (gördüüm anda gülme tutan bitakım insanlar var, Tuncay da dahil) içimi döktükten sonra isterse oyalanmak için bizim derse girmesini söledim. 


 Hocayı beklerken ortaya çıktı ki Tuncay'ın o dersten bisürü tanıdığı varmış. Bi kızı gösterdi bana "Tanıyo musun?" dedi, ismini biliorum bitek dedim. Kızı dürttü bu, beni göstererek "Sana sinir oluyomuş" dedi benim için. Ben de kız heralde Tuncay'ı iyi tanıyodur, ciddiye almaz filan diye düşünüyorum. Kız felsefik çıktı, bana dönüp "Olabilir, insanlar, çeşit çeşit, çok doğal" filan demeye başladı ne kadar umursamadığını da devrik gözleriyle ve tavırlarıyla belli etmeye çalışarak. Ben şaşırıp, "Bi dakka, inandın mı?" dedim. "Yani neden olmasın" filan dedi. Tuncay'ı tebrik ettim, bi de inanıcak birine söylüyo diye. 

 Sonra başka bi kızı gösterdi ki bu kızla bikaç sene öncesinden azıcık muabbetimiz var ve hep hoşuma gitmiştir. Tanıyıp tanımadıımı sordu. Sonra onu da dürtüp beni göstererek "Sana uyuz oluyomuş." dedi manyak. Kız da mahsun mahsun "yaani olabilir" demeye başlıyodu ki "Yahu niye hemen kabulleniyosunuz, aaa!" diye isyan ettim. Sonra kız akıllı çıktı, Tuncay'a ayarlar verdi. Biz tanıştıımızda kendisinin protein olduundan filan bahsetti.

 Sonra Tuncay dersimize girdi, hoca tek tek sunum için kaldırıyodu bizi, ben kalkarsam Tuncay karşımdayken kesin gülüncek bişey yapar ve dikkatimi dağıtır diye stres oldum durdum. Dersin sonunda koca sınıfta kaldırmaya vakti yetmediği 3-4 kişiden biri oldum. Halbuki çok eylenceliydi sunumlar, içimde de kalmadı diil.

 Bööle yani, gördüünüz gibi Perşembe bitiyo, muabbeti bitmiyo. :P

Öf

Haluk Hoca müşterimizi veto ettiğinden beri grup olarak çoğunlukla boş boş oturuyoruz ajansta, dizi filan izliyoruz. (Haftaya geliyo yeni müşterimiz.) Dolayısıyla saat kaçta girip çıktığımız da pek belli olmuyo. Bir de son 2 haftadır keşfettim ki, 5-10 dakka gecikmeyi göze alırsam şayet, 1 saat geç kalkıp otobüs yerine dolmuşla geçebiliyorum karşıya. 


 Bu sabah yine "azıcık geç kaliyim nolcak" diyerek 8küsürde kalktım ama 2 haftadır ilk defa Bostancı'ya varır varmaz binebileceğim bir dolmuş bulamadım. Sabah soğuğunda 15-20 dakikada bir kalkan otobüslerin iki tanesinin kalkışına şahit oldum. Üçüncüsü heralde kalkmak üzereydi (ve ben başlarım böyle işe diyip ona binmek üzereydim) ki bize taksi dolmuş yaptılar. 

 Binince Deniz'i aradım, o bozukmuş zaten bişeylere, ben de bozuldum, kapadık.

 Ajansa girerken Türkü'den "Ron Carter'a bilet aldım, beni yalnız bırakmayın he!" diye bir mesaj ve "Ya bu arada Bay Panter kim, Facebook'tan mesaj atmış bana?" mealinde 2. bir mesaj geldiini gördüm. Aradım konuştuk güldük, günün en tavuksuyuna çorba anıydı. 

 Çok geç kalmadım yine, vardığımda bizim gruptan sadece Şahin ve Burcu vardı. Yani önceki müşteriye bütün işleri bugün yollaması gereken müşteri temsilcimiz henüz yoktu. İlerliyen saatlerde Ezgi dışında bütün grup toparlandı. Ben Perran Hoca'dan Santral'e geçmek ve Yonca Hoca'nın bu haftaki konuğunu izlemek için izin istedim, bütün işlerim tamam olduğu için hiç laf etmeden izin verdi. O zamana kadar House izliyerek oyalanmaya başladım. House'un son 15 dakikasında Perran Hoca'nın beni çağıran sesi duyuldu. Müşteri temsilcimizle gönderilicek metinleri hazırlıyorlar ve anlaşılan pek anlaşamıyolardı. Sonra Şahin de geldi, hepberaber düzenlemeye başladık metinleri. Sonra Perran Hoca, hazırladıımız metinlerin başında adımızın yazmaması gerektiğini, müşteriye bütün işlerin tek ses olarak gitmesi gerektiğini, merak etmememizi, kendilerinin kimin ne yaptığını zaten bildiğini, ama bunun müşteriyi ilgilendirmediğini söyledi. Halbuki o isimler Kadri Hoca'yla filan görüşmeler sırasında metinler birbirine karışmasın diye yazılmıştı. Tabii ki öyle yollanıcaklarını düşünmemiştik, sadece müşteri temsilcimize öyle yollamıştık. (inat ettim adını yazmıycam kızın) Bütün fontlar aynı olsun filan diye uğraşılırken Perran Hoca'nın gitmesi gerekti, ben de gecikmeli de olsa Santral'e geçtim.

 Sunumun yapıldığı salona girdiğimde merdivenlerde bile insanlar oturuyodu. Bu çok anlamsızdı çünkü koltukların en azından 4te 1inde bağyan izleyicilerin çantaları oturuyodu. Sunumun ortasında içeri girmişken bi de fısıltı yaratmiyim diye "çantanızı kaldırır mısınız?" demek yerine göz teması kurmayı seçtim ama insanlar odun olunca olmuyo tabi. Basamağa oturdum.

 Çok sıkılmaya başladım ama bu işten. Toplu taşıma araçlarında, daracık kalçalarına "Ben erkeğim heybetli otururum, sen hanım hanımcık otur azıcık kompak ol" diyen erkek nüfusun nerdeyse balerinlerinki kadar geniş açılmış bacaklarını çek, sonra okula gel "seni toplasalar montumla çantam etmezsin" diyen kızların gazabına uğra. Bakalım nerden patlıycak bu.

 Sunum güzeldi ama arada bastıran uykular fenaydı. 15 dakikalık arada teslim oldum zaten kendilerine. (Yoklamayı imzalayıp ilk fırsatta çıkanlar sağolsun, koltuk boşalmıştı.) Bi de Santral'de Pez satılmaya başlandıından beri bütün sunumlarda sürekli Pez kemiriyorum, kimbilir kaç tane gıcık olanım vardır. Bugün 3 paket bitirdim. Dönüşte, shuttle'da mide bulantısı olarak geri döndüler bana tabi.

 Eve dönüş için babamla buluşalım dedik, Muhip abiyle Erenköy'deymiş, onlar gelene kadar Şaşkınbakkal'da parfüm denemeleri yaptım. Aradığım bi koku var, Escada Collection'a (malesef uzun zamandır üretilmiyo) benziyen bişey, arada burnuma geliyo ama etrafta çok fazla kız oluyo hep, hangisine sorucaamı bilemiyorum "nedir bu?" diye. Bikeresinde Ezgi'nin üstünde farkettim çok hafif, Body Shop'un bi kokusunu söledi bana. Onu denedim bugün, ama yanılmışım sanırım, hiç benzetemedim. Çok heveslenmiştim, çok bozuldum.

 Sonra eve vardık. Babam bulmuş istediği arabayı. Ticari araç. Diğerlerine nispeten güzel olduğunu kabul etsem de kendisine "kamyonet" diyeceğimi aileye bildirdim. Annemin keyfi kaçıktı, babam noolduunu sordu, ananem yemek yemiyo diye üzgünmüş yine. Ne kadar uğraşıp ne kadar güzel bi yemek yaparsa, ananemin yeme ihtimalinin o kadar yükseliceğini sanıyo sanırım, sürekli bişeyler pişiriyo. Sonra ananem hepsini reddedince simit aldırıyolar yine. Çok kilo verdi, üstelik çoğu da "su" kilosunun.

 Öyle yani, bok gibi bir gün olmakla kalmadı, hiçbişeyden bi bok anlamadığım da bir gün oldu. Yarından umutluyum.

Uykulu

Dün gece saat 12 civarında Deniccan'ı yatırırken "saçlarım ıslak, onlarla uuraşmam lazım, keşke ben de yatabilseydim şimdi" dedim, o da haklı olarak "nolcak ki hemen kurutur yatarsın, hadi tatlı rüyalar bana, mukcuk mukcuck" dedi.

Ama ben kaşındım. Bi süredir yanımda gezdirdiğim playlistten sıkıldığım için itunes'da yeni bir liste oluşturup telefonumla 2 dakkada synclemeye karar verdim. İlk adım olarak önceki listeyi sildim. O kadar güzel bi liste hazırlıycaktım ki, her an dinleyesim gelebilecek olan bütün şarkıları içermesiyle beraber, tam olarak keşfetmediğim ama bana heyecan veren bir çok alternatifim de olucaktı. Böylece ertesi günün (yani bugünün) Perşembe olmasının çirkinliği güzel müziklerle hafifliycekti. Gel gör ki asla çözemediğim ve çözemiyceim bir sebeple, bazı albümlerin aktarımı, beklediğim gibi 10 saniye sürerken, bazılarınınki 5 dakika sürüyor, ve bu süre içinde itunes aktarımı canlı şekilde gösterse de mouse'umla verdiğim hiçbir emri algılamıyodu.

Seçeneklerim vardı, mesela henüz eşleştirmeye başlamadığım için telefonumdaki şarkılar silinmemişti, kaç aydır güzel güzel idare ettiğim mp3 listesiyle 1 gün daha geçirmeyi kabul edebilir, böylece yatağıma beklemeden girebilirdim. Ama son 2 senede edindiğim başladığım işi bitirme ilkesi galip geldi.

P harfiyle başlıyan gruplara geldiğimde, gözlerimi bilgisayardan gelen sesleri yorumlayıp, sadece gerekli zamanlarda açabilme becerisi kazanmıştım. En önemli harflerden biri olan P'den ve sonrasından bir çok fedakarlık yapmak zorunda kaldım. Ama artık önemli diildi, gözüm doymuştu, demek ki kulağım haydi haydi doyardı. Saat 2:40'ta yatağa girdim.

Bu sabah yine "alarm daha çalmadı, ne güzel" diye düşünüp düşünüp uykuya geri dalıyodum ki, gözlerim aynıanda(?) açılıverdiler. "Ben alarmı kurdum mu ki???" Saatin 07:57 olduğunu görüp bir oh çektim, alarmı kurup 3 dakika daha uyumak üzere gözlerimi kapadım.

Kalktım, hazırlandım, taksiyi çağırmadan önce mutfaktaki muz demetinden sapı kırılmayacak şekilde özene bezene bir adet muz kopardım. (Çünkü muzu yolda yemek üzere çantama atıyorum ve pislenmesini istemiyorum.)

Taksiye bindiğimde muzu evde unuttuğumu farkettim. Dolmuşa bindiğimde ise KULAKLIĞIMI evde unuttuğumu farkettim. Burada istediğim etkiyi ancak yorumsuz bırakırsam yaratabilirim sanırım. Ama tekrarlıycam bi kez daha; kulaklığımı evde unuttum bugün. Müzik dinlemek için kullanılan kulaklık hani. Açık bırakıyorum sonunu, okuyucuya bırakıyorum. Herkes nasıl anlarsa öyle. Tek bir doğru yok. ghcsfldsasdf

Dolmuşçunun dinlediği radyo programındaki sunucu, helikopter kazası geçiren siyasetçinin ne kadar sıcakkanlı olduğunu, ağzından ülkenin çıkarına olmayan tek bir kelime çıkmadığını, ama işte malesef bu partilerin seçim kampanyalarında kendi helikopterlerini kendilerinin sağlamak zorunda kaldıklarını, halbuki şayet altındaki helikopteri devlet sağlamış olsaydı bakımının da yapılmış olacağını (??!?!!!!!????), bunları unutmamak gerektiğini söledi.

Hiç hoş bi sabah diildi. Taksim'e varıp shuttle'ın kalkmasını beklerken şansıma stand-upçı sokak köpeklerinden birine rastladım. Kuçu simit parçalarını gagalayan bir grup karga görünce koşup hepsini kaçırdı. Sonra simit parçalarından birini alıp 3 metre öteye gitti, yemeye başladı. Kuçunun kendi paylarını bağışladığını sanan kargalar geri dönüp simitleri gagalamaya devam ettiler. 3 metre ötede simitini kemirirken kargaların döndüünü gören kuçu yemeyini bırakıp yine kargaları kovmaya gitti. Ne kadar simit azaldığını kontrol etti. Sonra 3 metre ötedeki simitine geri döndü. Bu döngü bir süre devam etti. Sonra sokakları süpüren adam köpeğin değerli kırıntılarını da çöpüne attı. Sonra Taksim'in melek simitçisi eline naylon poşet geçirip kuçuya yeni simitler verdi. Sonra da shuttle kalktı.

PS: Postumda geçen "muz demeti" isim tamlamasını Şahin Google'dan buldu.

Clooney

Sabah saatin alarmına dayanamadım, 5 dakika sonra uyanmak üzere kapadım, ama sinir bozucu sesini tekrar duymamak için (ya da bilinçaltımda uyuyakalmak istediğim için) snooze'a basmadım, kendim uyanırım dedim. Sonra bütün bunları unuttum, bilincim her sivrildiinde "oley daha alarm çalmadı" diyerek uyumaya devam ettim. Yarım saat geç kalktım. Rüyalarımın iğrenç olduğunu hatırlıyodum ve rüyamın son sahnesindeki müzikalde bir sürü insan zıplayıp dansederek şöyle bir şarkı söylüyolardı: "There's no other George Clooney. No, not at all. There's no other George Clooney. No, not at all. There's no other George Clooney. No, not at all."

 Giyinirken ederken rüyamın tamamını hatırladım. Annemle şiddetli bir kavga ediyoruz ve ben muhteşem argümanlarımı peşpeşe sıralıyorum, sürekli üstüne gidiyorum, içimde hiçbişey kalmasın istiyorum. Ben konuştukça annem hastalanıyo ama ben tartışmaya kapıldığım için bunu algılayamıyorum. Sonunda annemin artık ölmek üzere olduğunu farkediyorum ve hemen vıdıvıdıyı bırakıp onu ne kadar çok sevdiğimi söylemeye çalışıyorum. Ama bir türlü ulaşamıyorum. Bu sefer sevgi sözcükleri birikiyo içimde, onları söylemessem patlıycak gibi oluyorum, tam sesimi anneme ulaştırabiliceim sırada kaybediyorum annemi.

 Sonra üstünden yıllar geçiyo, kaybettiğim kişi hem annem, hem babam hem de Denizcan'mış. Üzgün üzgün gezerken bi müzikale giriyorum, yarısı tiyatro yarısı sinema formatında. Son sahnesinde George Clooney çok üzgün ve Cate Blanchett ona doğru koşuyo, ona ihanet etmediğini, arkasından iş çevirmediğini söylemeye çalışıyo. (ki Cate Blanchett dedikleri aslında Terminatördeki Riley) Tam kanıtlarını sunucakken arkasından vurulup yere seriliyo. Sonra bi dolu adam "There's no other George clooney. No, not at all" şarkısını söylüyo.

Bugün hem tatilimin son günü olduğu için, hem Perran Hoca'nın bitirmemi söylediği rapora bir türlü dokunasım gelmediği için daha uyanıştan stresliyim. Yaptığım herşey, odamı toplayışım, sözlükte düzelttiğim türkçe karakterler, okuduğum haberler, hepsi biyerime batıyo. Aklımda sürekli rapor olduğu için herşey kaos ortamında hissetmeme sebep oluyo. Denizcim'e bu durumu anlatıyorum. Gerçi bu şekilde anlatmıyorum, daha çok "üfff bugün herşey sinirime dokunuyo, raporu da yazmam gerek" gibisinden bişeyler söylüyorum. O da sabahtan Eve Online adlı oyunu denemeye karar vermiş, heyecanlı, uzay gemilerinden, kendi gemisine benim adımı vermekten bahsediyo. Benim de bi yandan ilgimi çekiyo, bi yandan online oyunların çok zaman çaldığını söylüyor, bulaşmak istediimden emin olmadıımı kendimce belli ediyorum. (Alt metninde "bence sen de fazla bulaşma" var.)


Derken vakit gece oluyo, hala raporu açmış diilim, üzerimdeki baskı iyice artmış, yakınıyorum. En son şöyle bir diyalog geçiyo aramızda:

9:43:32 PM Deniz: aradın mı hiç googleda

9:45:52 PM Deniz: çokkomik bi oyun bu

9:46:01 PM Deniz: şu an rookie helperlardan biri benle dalga geçiyo

9:47:40 PM Ceren: aramadım (yazık, konu değişmiş cevap veriyorum hala)

9:47:57 PM Deniz: anlatıcam az sonra ariip :))))

9:48:11 PM Ceren: hep bu oyundan konuşuo artık

9:48:28 PM Deniz: yok daha başı olduğundan ööle


(arıyo beni, nasıl ışık hızına geçip questini tamamlamak üzere başka bir gezegene gittiğini, tam varmışken yanlışlıkla bütün galaksiyi geri döndüğünü anlatıyo, gülüyoruz. az sonra oyunu kapayıp MSN'e geliceini söylüyo, 6 dakika bekliyorum)


9:57:33 PM Deniz: ne güzel

9:57:34 PM Deniz: adam dedi ki

9:57:37 PM Deniz: dur gemimi silahlandırıp geliim

9:57:49 PM Deniz: caldari'de buluşalım dedi

9:57:51 PM Deniz: bekliyorum orda

9:59:18 PM Ceren: bekle bakalım


(bu trip dolu lafımın üzerine 5 dakika çıt çıkarmıyo)


10:04:32 PM Deniz: oyun oynıyalım mı

10:04:38 PM Ceren: cık

10:04:46 PM Deniz: nie


Sonra en nalet halime bürüyorum, telefona geçiyoruz, günün bütün stresini zavallımdan çıkarıyorum, sürekli oyundan bahsettiğini söylüyorum, kabul etmiyo, ısrar ediyorum, itiraz ediyo, belgeyle gelmeye karar veriyorum. Yukardaki diyaloğu kanıt olarak sunmak üzere telefonda okumaya çalışırken koptu sonra ipler. Salak salak gülerek noktaladık geceyi. Şimdi bitanem, deus ex machinamın son anda verdiği bilgilerden yararlanarak raporumu tamamlıycam. Gittim


Pınar ve Türkü'yle buluşup sadece ben açım diye hep beraber Zencefil'e gittik. Benim yemeim biterken Türkü acıktı, o sipariş verdi, onunki biterken ben tekrar acıktım bidaha sipariş verdim, sonra ben açgözlülükten önümdekini bitiremezken Pınar acıktı, benimkine devam etti, sora hepberaber "ay patlıyorum" diyerek yine de şu balkabaklı paydan söyledik. Türkü'nün yanındayken yaşamak için yemiyen, yemek için yaşıyan biri oluyorum, çok eylenceli bişey.


  Oyuncak sergisi için Nişantaşı'na gitmek üzere ayaklandık. Türkü daha önce bahsettiği, benim de burada bahsettiğim pikabının ödemesini yapması gerektiğini söyledi, bunun için Nişantaşı'na gitmişken Reasürans'a uğrayalım mı diye sordu. Yani Büşra'nın eskiden çalıştığı music shop neresiymiş? O pasajdaki o harika yermiş!

Sandwich- Reasürans'ın adını inatla öğrenmiyorum. Dün de pasaja varana kadar nereye gidiyo olduğumuzu anlamadım. Reasürans için şimdiye kadar kullandığım tariflerin kronolojik sıralaması:

Babamın her önünden geçtiğimizde "bak Ceren, sen bebekken annen hep burda dolaştırırdı seni" dediği yer
Nişantaşı'ndaki o çok güzel koridorlu yer
Gerekli Şeyler'in olduğu yer
Eskiden Gerekli Şeyler'in olduğu yer
Touchdown'ın olduğu yer

 Türkü ödemeyi yapıp siparişini onaylarken katalogdan pikabın resmini gördüm ve vuruldum. Acaip modern, lego görünüşlü, minimalist ( :) ) bişey. Sonra ben etraftaki çeşitli şeylere bakıp vurulmaya devam ederken Türkü'nün yüzüme manidar bişekilde bakıp gülümsediğini farkettim. Yine etrafımda neler oluyor da farketmiyorum diye düşünerek küçücük mağazada bizim dışımızda bulunan diğer 2 kişiye baktım. Biri Nil Karaibrahimgil'di, şarkı söyliyerek CDlere bakıyodu. Diğeri de sevgilisiydi. Mağazadan çıktığımızda Pınar "Gördünüz mü, sevgilisi Serdar Erener'di" dedi. Ben "na na nası yani, Serdar Erener onla mı çıkıyo, ben bilmiyodum." dedim. Türkü "Kimin sevgilisi?" dedi. "Nil'in işte." dedik. Türkü "Nil kim?" dedi. Biz "İbrahimgil işte, geçmek için izin istedin ya kızdan." dedik. Türkü "He o muydu, ben görmedim." dedi. Ben "İyi de sen baktın bana, haber verdin orda olduğunu?" dedim. Türkü "Yok, elimdeki CD'nin kapağındaki adam kasiyere çok benziyodu, ona gülüyodum ben, belki farkedersin diye ööle baktım." dedi. 

Sandwich- Serdar Erener son derece "hırslı" ve adanmış bir reklamcı olduğunu bildiğim ve bir Ayn Rand kitabına önsöz yazdığını duyduğumda "bak sen allahın işine" dediğim, böyle andığım bir insandır.

 Sonra çarşıdaki kitapçıları gezmeye başladık. Ve bu sırada Berna da -kısa süreli de olsa- bize katıldı! Birden lise sınıfı sağ ön köşeden 4 kişi oluverdik. Gerçi o sırada mobil olduğumuz için çok konuşamadık ama pazarlama masterı yapıyomuş ve mutluymuş. 

 İlk kitapçıda bir tane rengarenk 2007 Simpsons Ajandası buldum, bir hevesle "Bunun 2009'u var mı acaba?" diye sordum kasiyere, "Yok" dedi. Yüzüm nasıl düşük bir ifade aldıysa artık "Kabını beğendiyseniz alabilirsiniz onu" dedi adam, sevindim. İkinci kitapçıda Andre Maurois'in İklimler'i yine karşıma çıktı, elimi uzatırken görevli adam "Mutlaka okuyun, harikadır." dedi, bu sefer aldım.

 Ve Beymen Blender'a, sergiye geçtik. Sergi küçücük bişey. Oyuncaklar da canavar formatında bazı dizaynlar. En ilginci de obez Ronald McDonald:


 Sonrası: bişeyler içmek için oturalım, acaba ne master'ı yapıcaz, acaba bir ara yollarımız kesişir de ortak bir iş yapar mıyız, (Pınar: sosyoloji+felsefe Türkü: moda tasarım Ben: reklam), Brad Pitt keşke Angelina Jolie'yi aldatmasaydı, aldatmış sayılır mı ki, Türkü Amerika'da Dave Brubeck konserine gitti ve bize daha yeni söylüyo, haftaya paskalya var, Sembol'deki adam süper fal bakıyo, şu konsere de gidelim, Depeche Mode bileti kimbilir ne kadar olur, o diil de daha sık buluşalım, gibi gibi. 

 Erkin dün omzundan ameliyat oldu, taa Bakırköy Acıbadem'de, benim ameliyat olduğum hastanede. Hatta odamız bile aynıydı sanırım. 

 Hastanede Bursaspor formalı, koltuk değnekli bir siyahi oyuncu bizle aynı asansöre bindi. Tercümanı asansör sıkışık olduğu için "kusura bakmayın, acelemiz olduğu için bindik" dedi. Babam da "Aşkolsun, Bursaspor için asansörü boşaltırız gerekirse" dedi. Halbuki o sırada asansörde bir de Fenerbahçeli aksesuarlı bir çocuk vardı. Neyse ki gerginlik çıkmadı. Tercüman babamın söylediklerini oyuncuya çevirdi, o da şaşkın şaşkın güldü. 

 Erkin'e moral vermek için ameliyata girmeden yetişiriz diye düşünüyoduk (malum, benim kadar sırıtarak ameliyata girip sırıtarak ameliyattan çıkan pek insan yoktur) gel gör ki erken almışlar içeri. Çıktığında baya ağrısı vardı, omzunu tutup küfürler ediyodu. "Bi daha oynamıycak mısın yoksa Erkin?" dediğimde susuveriyodu. Zaten sakatlanmasında payı olanlara diil, 2 gün önce oynanan Galatasaray maçındakilere küfür ediyomuş. 

Sandwich- Sevgili kuzenim Erkin, oldu olası garip sporlara ilgi duymuş, extreme denemelerde bulunmuş, kulağının arkasında bile dikiş bulunan, şu sıralar koca omuzlu formalarla rugby oynayıp oynayıp sakatlanan cici bi çocuktur.

 Ben Pınar ve Türkü'yle yaptığımız planı gerçekleştirmek üzere hastaneden çıktıktan hemen sonra iyileşmiş, 1buçuk ay sonra sahalarda olucakmış mutluymuş. Geçmişler olsun kuzenime.

Çantamın İçi

Merve'nin blogunu okurken heyecanlanıp kendi çantamın içindekilerden bahsetmezsem çatlıycaamı farkettim. Öncelikle; erkeklerin çanta taşımasının çekiciliği ve bu çekiciliğin muhtemel sebepleri konusunda sana çok katılıyorum Merve. Deniz'e aldığım çantaya da ondan çok ben sevinmiş olabilirim. Diyebilirsin ki "Madem çanta taşımanın kişilik hakkında bazı fikirler vermesinden dolayı çekicilik kattığına katılıyosun, kendi hediye ettiğin çantayı niye çekici buluyosun?". (çantayı çekici bulmak :P) Hmmmm.. Çünkü zaten çanta arıyodu o bikere ablası. Kendisini çekici bulmak için bahaneler uydurmaya da meyilliyim, evet.

Şimdi kendi çantamın içindekileri sıralıyorum. Listenin en tepesindekiler en demirbaşlar. Çanta boyutum büyüdükçe listenin altındakiler de ekleniyo.
  • Cüzdan
  • Müzik çalarlı telefon, kulaklığı ve kablosu
  • Makyaj çantası: Cımbız ve törpü de içerir.
  • Mendil
  • Islak Mendil
  • Kıskaçlı toka
  • Lastik toka
  • Anahtarlığım
  • Flash disk
  • Kalem
  • İlaç kutusu: Süslü küçük kutulardan diil. Şu altı kare bölmesi olan, A Space Odyssey'deki yemek tabaklarına benziyenlerden. Hatta:


İlaç kutumun içindekiler: bolca Rennie, aylık ağrı kesici Cycladol, olur da alerjik reaksiyonlarım tehlikeli boyuta ulaşırsa diye Zyrtec, yeşil rengiyle adeta bir ıspanak kapsülü olan Meteospasmyl ve Remeron. Remeron'u içiceimden diil, içim rahat etsin diye taşıyorum. Padişahların yüzüğündeki zehir gibi bişi, anca esir filan düşersem. Lisede bir gün çok fazla kar yağmıştı, servisle eve dönebilmem pek gerçekçi görünmüyodu, allahtan kuzenim Erkin'le aynı okuldaydık ve onların evi okula yakındı, onlarda kalmıştım, yine de 3 saatte mi ne ulaşmıştık evlerine. Sonraki gün öğrenmiştim ki, benim servisimdeki insanlar o gece mecburen servis şoförünün evinde kalmışlar. Servis şoförünün evinde kalmışlar!! İşte böyle zamanlar için Remeron. Uyku tutmıycağı kesin olan durumlar için.
  • Çakmak
  • Opak naylon poşet
  • Oje
  • Ideabook: Bildiğin not defteri. Reklamcılar ideabook diyo buna.
  • Kitap: Kaplarının yıpranmaması için bi önlem almak lazım.
  • Post-it
  • Fotoğraf makinesi
  • Lens solüsyonu ve lens kabı: Küçük setleri var bunların, hayat kurtarıcı.
  • Bodyspray
  • Güneş gözlüğü
  • Mezura
  • Küçük şişe su
  • Yüz temizleme sabunu
  • El kremi
  • Yedek Kıyafet: kah eldiven, kah t-shirt..
ve ziyaretçiler olarak broşürler, fişler, kadın hijyeni ürünleri, şeker, sabah saatlerinde bir adet muz, vesaire.

Geçen İzmir seyahatimde Deniz'le 2 dakka bakkala giderken yanıma çanta almadığımda çok ergonomik pozisyonlarda yürüyebildiğimizi ve varolmanın dayanılmaz hafifliğini farkettik. Bunun üstüne Ceren'in çantası olmadan gezme projesi fikrini ortaya attı kendisi. Bilemiyorum bilemiyorum..

:)



Sevgi Dolu

Akşam banyodan çıktım, MSN başına geçtim, bi baktım sevgilimin morali bozulmuş. Dilini ısırmış, hep kanamış. Ben de "cici diiiil, tatlı diiil, güzel diiil" diyerek moral vermeye çalıştım. Busefer "cici diilmişim ben" diye ağlamaya başladı. Sömür duygularımı Deniccan, kıvraniyim bi kenarda ben. :)

 Ama çok tatlı. Mesela bugün farkettim ki, hayatımda en beğendiğim blog, sevgilimin bloğu. En sevdiğim blog, sen git, en biçok sevdiğim insana ait çık! Coincidence?

Research Methods

Dönem sonuna bitirmem gereken araştırmamın konusu: Ürün ambalajının tüketici davranışlarına etkisi. Tabi bu daha daraltılıcak. Ürünleri "hızlı tüketim ürünleri" diye sınırlandırırım sanırım, davranışları da "satın alma" olarak, emin diilim. Ama güzel bi konu seçtim bence, ambalaj delisi bir tüketici olarak..

 Geçen postumda ekonomist olmak istemediğimden bahsetmiştim. Devam ediyim madem: Akademisyen olmak istemiyorum. Kendime not. Neyi istemediğimi unutucaamdan diil de, 3 tane yoğun günden sonra "tanrım, ne bu rekabet, ben yoruldum bile, asistanlık da fena iş diil" gibi zırvalarla kendime tuzak kurmiyim diye. En azından yaş kemale erene kadar istemiyorum lexis nexis mexis.

Perşembe

Şimdi yiyor: Tortellini

 Bir 12 saatlik perşembe günü maratonunu daha tamamlamış bulunuyorum. Sabah evden çıkış saatimle akşam eve giriş saatim aynı. Hiç bana göre işler diil bunlar. 

 Ajansta, "bizce müşterimiz kriz döneminde bu işe kalkışmalı mı, (tabii ki evet, o kadar kampanya hazırladık?) why/why not?" konulu raporu yazma işine, biz reklam yazarları da karıştırıldık. Ekonomist olucaz. Ekonomist olmak istemiyoruz. 

 Neyse ki Perran Hoca'dan aldığımız feedback beklediğim gibi öcü diildi. Sonrasında da bay panterle kendimizi ortasında bulduğumuz zincirleme "that's what she said" replikleri eşliğinde hazırlanıp santrale gitmek üzere ortamı terkettim. 

 Eve dönüş yolunda, Caddebostan ışıklarda bir araba yayaya (koko cambo) çarpmıştı, yaya yerde yatıyordu, etrafı kalabalıkla çevriliydi. Dolmuş şöförümüz konuya hakim olmak için yavaşladı. Sonra efkarlanmış olsa gerek, sıradaki iki trafik ışığında kırmızıda geçti. 

 Şimdi eve geldim, oturdum, Deniccan napıyo acaba diye düşünerek ekrana bakıyorum. Lost indirsem izliyebilicek miyiz? 15 dakikalık bir power nap için yatağıma uzansam sabah mı kalkarım? Sevgilim bu boş postu okuduunda acıcıcık da olsa keyiflenir mi? Gibi gibi

Bugün Türkü'yü aradım, Pınarla birliktelermiş, tam da benden konuşuyolarmış. İkisini bir arada bulmuşken doğumgünümü kutlamamalarına çemkiriyim dedim. -- Zaten kendi Facebook'unu kapa, köpeğininkini kullan, köpeğinin doğumgününü daha çok kişi kutlasın. -- Türkü "Hem doğumgününü unuttum hem de beni aramıyosun diye içten içe sana bozuluyodum, allah beni naapmasın" şeklinde tepki verdi, sonra da kendisinin zaten doğumgünü unutan biri olduğunu herkesin bildiğini, bu savunmayla Pınar'ı yalnız bırakacağı için üzgün olduğunu ama lütfen değerlendirmeye almamı söyledi. Pınarla konuştuk sonra, sadece şaka yaptığıma ikna ettikten sonra haftasonu için ayarttım ikisini. Baran Baran adlı kişinin oyuncak sergisine cumartesi günü, yani son gününde gidicez bir aksilik olmazsa. Şaka maka, liseden sonra hep ikili kombinasyonlarla görüşür olmuştuk, bu 3ü 1arada fikriyle çok heyecanlandık.

Sandwich- Oyuncak demişken, şubat ayının son gününde de Denizcan'la Sunay Akın'ın şu ünlü oyuncak müzesine gittik, ondan beri rüyamda hep oyuncaklar görüyorum. Nostaljik olanlar bir yana, beni en çok içinde her birinin yüz ifadesi farklı bebekler olan pastane, manav, kasap sahneleri, Alice'in beyaz tavşanının biblosu, ve ünlü filozof ve yazarların sakallı pofuduk peluş bebekleri zorladı.

 Sonra Türkü, bahsettiği pikabı almadığını söyledi: Türkü üniversitedeki son senesini okumak ve üstüne staj yapmak için Amerika'ya gider. Zaten hiçbir zaman CD koleksiyonu yapmamış biri olarak orada yaşadığı süre içinde uygun fiyata bir dolu plak toplar, Türkiye'ye döndüğünde de ikinci el filan bir pikap almayı planlar. Türkiye'ye döner, bir de bakar ki pikap fiyatları, 2. eller dahil, hiç de uygun diil. Pikaplar bir değerlenmiş. Genelde yanlarında Issız Adam diye bir filmin afişleriyle sergileniyorlar. Hayal kırıklığına uğrar.

Sandwich- Issız Adam demişken, yine Denizcan'la, bu gelişinde artık Issız Adam'ı izlemeye karar verdik. İlk 10 dakikasını izleyip, sadece 2 günlüğüne görüşebildiğimiz ve geçen her saniyenin son derece farkında olduğumuz bu dönemde 10 dakikanın yeterli olduğunda hemfikir olduk. Bir dahaki görüşmemize bir 10 dakika daha izliycez. Ve sevgili Blog, bir gün gelip de, evde, saatin kaç olduğunu hiiiç umursamadan baştan sona Issız Adam'ı izlediğimizde, gerçekten mutlu olucaz.

 İşte Türkücük Gittigidiyor'da uygun bir pikap bulduğu için geçenlerde beni aramıştı, benim Gittigidiyor hesabımı kullanması için şifremi vermiştim, sonra da hesabıma bakıp görmüştüm zaten almadığını. Büşra'nın eskiden çalıştığı bir müzik markette daha iyisini bulmuş. Bakalım bakalım.

 Yarın ajans var.

Fotoğraf Makinesi

Satın alma ihtimalim olan fotoğraf makineleri listesinden çoktaaandır çıkmış olan Canon EOS 400D'yi 2 gün önce elime aldım. "Makine seçerken illa eline al, bir tut." diyolar ya hani, o yüzden gidip görevlilere "Pardon, şu makineyi bir elime alabilir miyim?" diyorum. Sonra görevli gidip anahtarı buluyo, alarmı az çaldırmaya dikkat ederek makineyi dolaptan çıkarıyo, bana veriyo ve yanımda duruyo. Ben de makineyi tutuyorum. Açıp deniyemiyorum tabi orda, tutuyorum, parmaklarımla sarıyorum, tartar gibi yukarı aşağı hareket ettiriyorum filan. Ve bütün bunlar sırasında görevlinin zahmetine değer bir şey yapmadığımı düşünmekten dolayı makineyle aramdaki elektriğe odaklanamıyorum. Sonra mümkün olduğunca bu deneyimden çok faydalanmış bir ifade takınarak teşekkür ediyor ve makineyi geri veriyorum.

 Neyse, yine de sevindim şu makineyle yüzleştiğime. Küçük oluşunda ve açıkçası grip kısımlarında şu antik deri efektli şeyden kullanılmamış olmasında aklım kalmıştı. (eyvah eyvah) Ama tam tersi, bunun makineye iyice oyuncak havası verdiğine ve aklımın kalmamasına karar verdim. İlk hedefimiz Nikon D90!

İşsiz Güçsüz

Ajanstayım.

  • Kadri Hoca broşürümü onayladı. (laylaylom)
  • Haluk Hoca İngilizce metnimi onayladı. (şıkıdım çıkıdım)
  • Perran Hoca mektubumu yazmış olduğumu onayladı, ama ne yazdığıma henüz bakmadı. Anca perşembeye. (bu o kadar kolay olmıycak gibi)

 Yani şu anda işim yok ama belllki isim önerileri görüşülür diye çıkmıyorum.

 Günün keşfi: Dün Kadri Hoca'nın yazdığı bir hikayeyi -ana karakterin kendisi olduğundan emin olarak- okudum, sanki özel hayatına burnumu sokmuşum gibi hissettim, bir daha yüzüne bakamayacağımdan filan korktum. (manyak) Olmuyomuş öyle bişey.

Karar

Bundan sonra "bir başka postumda mutlaka değinirim" kalıbı blogumda "bbpmd" kısaltmasıyla kullanılacak.

Can Kulak

Şimdi içiyor: Sıcak Çikolata

 Blog, yaşamımın hiçbir döneminde bir peluş hayvanla yatma alışkanlığım olmadı. Ki son derece bağlı olduğum bir peluşum vardı, ilkokula daha başlamadığım yıllarda benim olmuştu, bilen bilir; Trusi. Kendisi bir köpek yavrusuydu ve boynundaki ilk fırsatta çıkarıp çöpe attığım plakada elyazısı gibi bir yazıyla yazan "Trudi" ismini yanlış okumamız sonucu bu ismi almıştı. Nereden biliyorum, çünkü şimdi 20 yıl sonra, orda burda Trudi marka oyuncaklara rastlıyorum ve yazı karakteri dün gibi aklımda.

 Her neyse, Trusi ben kazık kadar oluncaya dek benimle her türlü tatil yöresini gezdi. Evden uzağa gidiyorsak Trusi de mutlaka gelirdi. Hatta bir seferinde Antalya'ya gitmeden önce odamdaki diğer peluşlarla yaptığım hayali bir diyalog sırasında hepsinin bana çok alındığını öğrenmiştim. Bu sefer Tavşan'ı da götürmeye karar vermiştim. Beyaz Kedi'ye bir dahakine de onu götüreceğimi söylediğimde kabul etmiş fakat üzgün üzgün bakmaya devam etmişti. Diyaloğun sonunda ancak bir valize sığabilecek sayıdaki bütün peluşlarıma, benle geleceklerine dair söz vermiş bulunuyordum. Anneme haber verdiğimde bunun söz konusu bile olamayacağını söylemiş, üstelik ütü yapıp bavul hazırlamaktan bunalmış olmasından dolayı beni güzellikle ikna etmek için en ufak bir çaba da harcamamıştı. Ne biliyim, bak yavrum bunlar tüylü hayvan, Akdeniz ikliminde çok terlerler, hiç sevmezler oraları dese, hem yeni bir şey öğrenmenin verdiği hazzı yaşıycam, hem içim rahatlıycak. Sonrasında, babam ve kendisinin birer valiz götürme hakları varsa kendimin de bir valiz istediğimi ve ona ne koyacağıma da benim karar vereceğimi, hayvanlarımdan bir tanesi bile gelmezse kendimin de gitmeyeceğini söyleyerek hayatımın restini çekmiştim. Sonunda da elimde sadece Trusi'yle paşa paşa Antalya'ya gitmiş, bi güzel eğlenmiştim.

 Neyse, diyeceğim odur ki, Trusi'yle yatmak, Trusisiz uyuyamamak gibi bir alışkanlığım yoktu yine de. Genelde başucumdaki komidinde dururdu. (gece lambasının Trusi'ye yaptıklarına başka bir postumda mutlaka değinirim.)

 Geçen hafta çok hastaydım; burun, boğaz, ateş, huysuzluk, "hasta olmamak nasıl bir duyguydu ki?" diye başlayıp katiller tarafından kovalanmaya giden yarı bilinçli düşünce katarları, bilmemneler.. Bu durumdan çok etkilenen ve telefonda hapşırık öksürük ve sümkürüğümden iletişim kurmaya vaktimiz kalamadığını farkeden sevgilim, duruma çok güzel bir çare buldu ve bana bir paket yolladı. İçinden şu çıktı:

 Odamdaki medeniyetler arasında son aylarda en hızlı büyüyeni şüphesiz filler. (diğer medeniyetlere başka bir postumda mutlaka değinirim.) Bu yeni üyenin adını Can Kulak koydum. Hasta olduğum geceler boyunca hep sarılıp yattık birbirimize. Şimdi ise iyileşmiş halime -evet anlaşıldığı gibi postumun sonuç cümlesi geliyor- hala birlikte yatıyoruz. Bu sabah babamın telefonda yaptığı gürültülü konuşmayla uyanıp ara kapıyı kapamak üzere, yüzümde hoşnutsuzluğumu belli eden bir ifadeyle kalktım, babama bakış attım ve ondan geriye beklediğim "Eee napiyim yani" ifadesi yerine bir gülücük aldım. Ooo demek ki işlerde güzel gelişmeler var, keyifler iyi diye düşünerek yatağıma geri döndüğümde kucağımda Can Kulak'ın olduğunu farkettim. Ona gülmüş olsa gerek. Mutluyuz yaani :)


Debelenme 1 2 3

12 olmadan yetiştim. Cancan ugraşıp hazırladı çok güzel oldu :) Bugün blogumla benim dogumgünümüz.