...

İzmir'de geçirdiğim 2 hayat kurtarıcı bol evde oturmalı günden sonra bu sabah otobüsüme gitmek üzere taksiye bindik Denizcan'la. 


Babam aradı, "Binmeden arıycaktım sizi ben" dedim, "Tahmin ettim ama olsun, Mitra'yı dolaştırıcam ben şimdi, annen de anneannenin yanında, yine ağırlaştı filan. Ulaşamassın belki diye aradım. Sen arıycağın zaman beni ara da, türkselden rahat konuşalım, şimdiden iyi yolculuklar" dedi, "Tamam" dedim kapadım.

Sonra Susurluk'ta konuşurken yine sesi çok canlı ve iyi geliyodu, annem hala anneannemleymiş, "Hastaneye filan mı gittiler yoksa evdeler mi" dedim, "Evdeler" dedi, "Hıı tamam" dedim kapadım.

Sonra feribotta aradım babamı, çaldı çaldı, sonunda açtı, "Bi saniye Ceren, diğer telefondayım" dedi, bekledim, diğer telefondaki kişiye "Sağolun, sağolun, sağolun" dedi. Sonra bana döndü, neşeli sesiyle "yarım saat sora Küçükyalı'da görüşürüz, alırım seni" dedi, "Tamam" dedim kapadım.

O yarım saat sancılardan çarpıntılardan geçmek bilmedi, çünkü anneannemin öldüğüne kesinlikle karar vermiştim. 1- Babam bi keyifsizliği saklamaya çalışmıyosa bu kadar neşeli konuşmaz, 2- Annem ben uzun yolculuğa çıktığımda illa beni bir ara arar, 3- Babam başka telefonda olduğu halde benim çağrıma cevap veriyosa, ulaşamayıp annemi aramayayım diyedir, 4- Önceki gece annemi "iyigeceler" demek için aramadım, o da aramadı, 5- Babam gerek olmadığı halde ben uzaktayken anneannemin durumundan söz etmez; 2 senedir sürekli ağırlaşıp ağırlaşıp nispeten düzeliyo anneannem, son derece kanıksadığımız bi durum.

Sonunda yerinden fırlamaya çalışan kalbimle otobüsten indim, tek duymak istediğim yanılmıyo olduğumdu, çünkü bu kadar stresten sonra yanıldığımı duysam bile rahatlamıycaktım, ben kararımı vermiştim, yaşıycaamı yaşamıştım.

Babam valizimi aldı, arabaya bindik, yola çıktık, seyahatimin nasıl geçtiğini sordu filan falan. "Ananem nasıl?" dedim, durdu durdu "Malesef dün akşam kaybettik." dedi. Direk cenazeye gittik, sonra Kilyos mezarlığına, yani dedemin (babamın babası) mezarlığına, o da oraya gömüldü. Karadeniz'e yakın olması da anlamlı oldu.

Böylece aile büyüklerimden en çok sevdiğim iki kişiyi de kaybetmiş oldum. Bir keresinde rüyamda, babamın babası olan dedecimle anneannemin sevgili olduğunu görmüştüm. Çok sevdiğim için onları yakıştırmışım demek. Sonra bu rüyayı anneanneme anlatma gafletinde bulunmuştum. Ne zaman bayram seyran olsa, iki aile biraraya gelse, süslü süslü oturup, dedemi işaret edip göz kırpıyodu bana zillicim. Aklıma o geldi. Bi de ben çocukken ve anneannem mısır ekmeği pişirirken sıcacık fırının karşısına oturuşumuz, fırının camına yansıyışımız, herseferinde "Bak biz de pişiyoruz fırının içinde" diyişimiz geldi. Hatta nedense, kaç senedir aynı binada yaşamamıza ve çok yakın olmamıza rağmen bütün gün sadece bu geldi aklıma. 

Rahat uyusun pembecim.

Bir perşembe gününde daha beraberiz. 


 Perşembe günleri ajanstan çıkıp Santral'e, sevgili Atakan Sevgi'nin dersine giren 3 kişiyiz toplam; Ezgi, Suna ve ben. Geçen perşembe günü ajanstaki yoğunluktan dolayı bu sözkonusu dersin iptal olma ihtimalini düşünüyoduk sürekli, "iptal" haberini görme umuduyla online'ı yenileyip duruyoduk. Sonra bir ara Suna, "Kızlar!! Ders iptal!!" dedi. Tanrım bir mutluluk, bir ferahlık. Ki Atakan Hoca'yı ve dersini çok seviyorum ben. Ama gerçekten pilimiz bitiyodu ajansta. 

 Neyse, 20 saniye sora Suna sırıtmaya başladı, şaka yapmış. Kayıp eşeğini bulup tekrar kaybeden manyak bir hocaya döndüm. Gerçekten mutsuz bir andı.

 Bugün otururken, Ezgi de Suna'yı faka bastırmak için, "AA! Ders iptalmiiiş" demeye çalıştı ama yarısında gülmeye başladı zavallım. Suna bir saliselik bir kafa karışıklığı yaşayıp, sonunda zaten hiç inanmamış biçimde mutlu mesut yerine döndü.

 Sonra ders saati iyice yaklaştığı sırada, fotoşop kullanmayı bilen arkadaşım Şahin'in de yanımda boş boş oturup MSN muhabbeti yaptığını farkedince ( hihoho ) hemen şöyle bir şey hazırlayabileceğimizi farkettim:



Kreatif Direktör & Metin Yazarı: Ceren Palaz
Grafiker: Bay Panter

 Anlayabileceğiniz gibi bu bizim okulun online sisteminin screenshot'ı. Ve gördüğünüz gibi oraya bi iptal haberi kondurduk, üstüne bi de f11'e basınca pek gerçekçi göründü. Sonra zıplaya zıplaya Suna'nın masasına gitmek, koluna girip bilgisayarın başına sürüklemek, "Baaaaak!" diyip sırıtmak kaldı geriye. Boynumuza sarılmalar, şükretmeler, zıplamalar, allaaam çok korkunçtu. Yok yani, şaka olduunu söylemeye çekindim resmen. 

 Sonuç: Şaka olduunu söyledik, inanmadı, sora inandı, sonra ne kadar mutsuz olduunu tasvir etmeye çalışmaya başladı, bi de utanmadan "anlıyamassınız" filan dedi, anlarıııız dedik, Santral'e gittik, Tamirane'ye oturduk, talihsiz 2 adet sipariş verdim, yiyemeden kalktım, Suna dersin havasında olmadıı için ilk saate katılmıycaanı söledi (hehe), sonra hiçbi derse girmedi. 

 Kötü bir arkadaş diilim bence yine de. 


Yolda

Eve dönerken dolmuş Beşiktaş'ta trafiğe yakalandı. Işıklarda bekleyen Robocop kılıklı bir polisin elindeki K9, polisin yanında bekleyen mısırcının arabasını yalıyodu çaktırmadan, koca kafasını uzatmış. Çok neşelendim bu işe. Gönlünde mısırcı çırağı olmak yatan kendi halinde bir hayvan, toplum baskısı yüzünden polis çırağı olmuş çıkmış. Kıyamam.

Tonton

Canım Celil Oker bugün (dün) ajansı ziyarete geldi. Yeni kitabıyla boğuşuyomuş ve romanlarının dedektif kahramanı Remzi Ünal, genç bir yazarın kitabında konuk karakter olmuş.


 Herkes neşelendi içeri girdiğini görünce. "Keşke metin yazma sırasında gelseydiniz hocam" dedim. "Neee metni yaa" filan dedi, çay içti, "bu tarafa konferansa çaardılar beni, reklamcılık hakkında, işte.. gevezelik etcem" dedi. Ne stres kaldı ne bişey. Her ajansa lazım.

Trafik

Tam da "bu sene boyunca sabahın bir saatinde yaptığım otobüs yolculuklarında hiç midem bulanmadı" diyebileceğimi düşünürken bugün siftahı yaptık. Yine dakika saymalar, trafikteki arabaları beyin gücüyle ittirmeye çalışmalar, "olmassa ilk durakta inerim" diyip diyip inmemeler. 


 Hem mide bulantısından nefret ediyorum hem de bulantı geçtiğinde geriye kalan "araba tutan küçük çocuk" psikolojisinden. Veri anprofeyşınıl

smiley :)




Uzak mesafe ilişkisi yaratıcılığı besler. :P

Dolmuşta

Bugün eve dönüş için Taksim'den dolmuşa bindiğimde acayip uyku bastırdı, yol boyunca kestirsem ne güzel olur diye düşündüm. Sonra sahil yoluna varınca dolmuşçunun muhtemelen biyerinin kalkıcaanı, arabayı o yana bu yana savurucaanı, o sırada uyumanın pek akıl karı olmadıınıı düşündüm. Sonra "ozaman sahil yoluna kadar uyuyim, hissettiğim ilk ani frende artık uyanmam gerektiğini anlarım" dedim.


Bi güzel uyudum. Sonra ani fren geldi. Hafif dikleştim oturduum yerde, gözlerimi açık tutmaya çalıştım, varmışız sahile. Sonra yanımdaki teyzenin içine dert olmuş, bu yolun çok tehlikeli olduunu, genç şoförlerin de çok kötü araba kullandığını, artık uyumasam daha iyi olacağını söyledi bana fısır fısır. Hak verdim.

Bi de, teyze çok moderndi. Modern insanlara yaşları kaç olursa olsun, "teyze" diyesim gelmiyo, tabi eğer gerçekten teyzem diillerse. Ama diyorum.

Şanşayn

Bu hafta başında Mitra'ya zırt pırt "bıcı bıcı zamanın geldi mi senin oğlum?", "artık bi banyo yaptıralım mı sana oğlum?" diyip hayvancaazı tedirgin ediyodum. Zamanın iyice yaklaştığını anlamış olucak ki Çarşamba günü babama bigüzel feyk atmış dolaşırken. Sahilde çimenlere kakasını yapmış, babam poşetle onu yok etmeye çalışırken diğer tarafa koşup denize atlamış. Madem banyo yapıcaz hakedelim demiş, bi o yana bi bu yana yüzmüş buz gibi havada. Eve gelir gelmez küvete sokulup köpürtüldü, bi de tüylerine bakım yapan şampuanın kokusu şaşılcak derecede güzel, özeniyorum resmen. 


 İki gündür oda kokusu gibi geziniyo evde şimdi.

The title says it all.

:P

İstanbul'daydık

Denizcan'la buluşup Pizza Hut'a doğru düzgün bişeyler yemeye gittik. Büyük bi zevkle ne kadar yorulduğumu anlattım. Konser'e (Quo Vadis) gitsem ayakta durabilir miyim, şüphelerim olduundan bahsettim. Yine de gidelim dedim.


 Gittiğimizde başlamıştı konser ve sesler iyyrençti. Harika bir setlist olmasına rağmen hangi şarkının çalmakta olduğu anca 30. saniyeden sonra anlaşılıyodu, dolayısıyla her bir seyirci ayrı bir sırada o şarkının başladığına seviniyodu. Seyirciler de başlı başına bombaydı zaten.

 Yorgun argın evimize gittik, uyuduk. 

 Cumartesi günü kısacık da olsa Toygar ve Gizem'le buluştuk, tebrik ettik, Gizem'in yüzüğüne baktık. Sonra Hasan amcasıyla tanıştım Denizcan'ın, aynı Toygar. Tatlılar, eylenceliler çok. Ben tabi ortamın temposuna yetişemeyip hanım hanımcık bi kenarda oturdum.

 Sonra Zara'ya gittik Denizcan'la, yukarlarda yetişemediğim çantaları Denizcan alıp verdi bana hep. Fırsattan istifade, sevmediklerim dahil hepsini omzuma taktım baktım.

 Şaşkınbakkal'daki tokacıdaki tokaları Deniz'e gösterip fiyatlarına değip değmiycekleri hakkında fikir almak istedim çok, hemen öncesindeki Nezih Kitapevi'ne girelim dedim yine de. "Ya kapanırsa tokacın?" dedi Denizcan, "Olsun" dedim. Nezih'te Şahin aradı Taksim'deyiz gelsenize diye.

 Ajansta Denizcan'la telefonda konuşurken ben, Şahin telefona eğilip bişiler sölüyo hep, diğer tarafa kaçıyorum. Bi baktım bu sefer de Denizcan telefona eğilip Şahin'e bişiler söylemeye çalışıyo. İki tarafın da ne dediğini anlamıyorum. Sonra Şahin Denizcan'ı istedi, bişeyler konuştular kapadılar.

 Nezih'ten çıktık, bi baktım tokacımın kapısı hala açık, yürüdük, tam içeri giriyoduk, kadın "kapandık" dedi, ışıkları söndürdü. Ben üzüldüm, Denizcan da "Hani üzülmiycektin" dedi, "Ama açık olduunu gördüm, umutlandım okadar" dedim.

 Akşam dizilerimizi izliyceimiz için çok mutluyduk. Eve döndük yerleştik ettik. Sonra Denizcan 5 dakka kola almaya gitti. Sonra benim aklım başımdan gitti. Sonra yine de izledik Lost ve Terminatör'ü. Ben biara Deniz'in başladığı Terry Pratchett kitabına baktım biraz, sanırım 16. sayfaya kadar okudum, çok hoşuma gitti. Ama hep benim okuduklarımdan okumasını istiyorum yine de, onlarda çok eyleniceinden emin olduğum için. 

 Sonra uyuduk. Pazar bol bol didiştik, makale aradık, gülüştük. Didişirken Denizcan Skittles yiyodu çok ciddi bir ifadeyle. Makalede harikalar yarattı, 5'ten fazla makale bulduk. Yonca Hoca'yla görüşmediğim için kaynaklarım onaylanmadan hazırlamam gerekicekti researchümü. (teslimi bugündü) Otobüste yapabiliceğini söyledi sora Denizcim, çok sevindim, emin ellere bıraktım görevimi. Gülüşürken de hep biyandan Denizcan gittikten sonra bunlara bu kadar gülemiyceimi düşündüm.

 Babam hava soğuk olduğu için eve dönmeden aramamı, gelip alıcaanı söyledi. Otobüs 23:00'de kalkıcaktı. Hazırlanıp çıktık. Yolda yürürken sanırım giderayak bir son dakika golü atmiyim diye Denizcan 23küsür dakikalık A Change of Seasons'ı söylemeye ve bana da söyletmeye başladı. Otobüs ve babam aynı anda orada oldular, Denizcan da bizimkileri ve kamyonetimizi görmüş oldu. Ben de ilk defa gördüm, idare eder. Sora el salladık birbirimize, gitti, yalnız kaldım.

İstanbul'daydım

Cuma günü, sağlık sorunum olduğu günler dışında hayatımın en yorucu günüydü sanırım. Sabah ajansta müşteriyle toplantı vardı ve Perran Hoca hepimizin çok aktif olması gerektiği konusunda önceki günlerden uyarılarda bulunmaya başlamıştı. Perşembe gecesi 4'te filan yatmış halde Cuma sabahı toplantıya girdim. Fena geçmedi sanırım. Ezgi de soru sordu müşteriye!!! :)


 -Ajanstan 15:00'te çıkabilicektim ve saat 17:00'ye kadar, araştırmam hakkında bulduğum makaleler hakkında görüşmek üzere Santral'e Yonca Hoca'ya gitmem lazımdı. Saat 15:00'e kadar sürekli ajans saatlerinden çalıp makale aradım. En fazla 2 tane çıkıyordu. 

 -Saat 17:30, 18:00 gibi Onur'la Mecidiyeköy tarafında buluşup anahtarlarını almam lazımdı ki Denizcan'la kalıcak yerimiz olsun. (Malum, babaannem bizdeyken "en kötü ihtimal bizde kalırız" diyemiyorum.) (Parantez içine hep malum şeyleri yazdığımı farkettim.) 

 -Cuma ALES'e başvurunun son günüydü ve bizim okulun başvuru randevuları bikaç gün önceden dolduğu için ortada kalmıştım. Almaya gayet hazır olduğum gazı Denizcim verdi ve Boğaziçi'nden 16:50'ye randevu aldı bana. 1 sene beklememek için bir güncük dişimi sıkmam gerektiği yönündeki düşüncelerimi kendisi de dile getirdi. Bir de İzmir'deki Ziraat Bankası'na paramı yatırıp büyük bir kolaylık sağladı bana sağolsun canım.

 Bu listeden birşeylerin eksilmesi gerektiği açıktı ve Yonca Hoca'yla görüşmemi çıkardım. Hayırlı oldu mu, yakında görürüz.

 Üçe kadar boşuna makale aramış şekilde çıkıp otobüsle Güney Kampüsüne gittim, tam zamanında ALES'e başvurdum, Boğaziçi yokuşlarında yine Belgrad Ormanında idman yapan sporcu tadı yakaladım, tükendim. Okunmazmış orda. :P Üstelik haftasonu eve uğramıycaam için küçük çaplı bir bavul da taşımaktaydım.

 Çok acıktığım için otobüs durağının ordaki markete girip Çokoprens istedim, kalmamış. Bir diğerine giricektim ki otobüsüm geldi. Böylece Onur'la buluşmak üzere Cevahir'e doğru yola çıktım. Otobüs'te ters oturmak zorunda kaldım ve bunu hiç sevmem. Ben de yan oturup ayaklarımı koridora çıkardım. Ama ayaktaki yolcu sayısı çoğaldıkça hem bir koltuğu hem de koridordan bir insan yerini kaplar oldum, kötü hissettim çok, iyice yamuldum ettim. Trafik çılgındı. Cevahir'e vardığımda - ki zaman çizelgesinin tabii ki gerisine düşmüştüm - Onur telefonda "Cevahir diil, Cevahir Oteeel" dedi. Buarada Onur da uçağa yetişme derdindeydi, o da haftasonunı İzmir'de geçirecekti. 

 Ben içimden ağlıyarak kısa mesafeye razı olan bi taksi aradım etrafta. Bitanesi kabul edip, "orası nerdeydi yaaa" derken yanlış yola saptı, yolu bir güzel uzattı. Özellikle mi yaptı? Hep bir soru işareti olucak. 

 Taksi Onur'un önünde durdu. Anahtarı aldım, perişan olduğumu belirttim, özür diledim, lütfen uçağını kaçırmamasını söyledim, vedalaştık. Cevahir'e dönmek için yeni bir taksiye ihtiyacım vardı ve açlıktan başım fırıldıyodu. Yere bakmayıp uzak bir noktaya odaklanmaya çalışarak yürümeye başladım. Karşıma çıkan benzincinin marketinden 3 tane Çokoprens alıp vahşi bir şekilde yedim. Taksi yoktu. Yürüdüm yürüdüm, konseri çıkaramayacağımı hissedip garip caddelerin ortasındaki üç banktan birine oturdum. Oturduum süre boyunca diğer ikisine de başı örtülü eli torbalı teyzeler oturup oturup kalktılar. Son bir nefesle Cevahir'e dolayısıyla metrolara vardım. Bu sırada Deniz'in uçağı İstanbul'a varmıştı, Sabiha Gökçen'den Taksim'e uzun yolculuğuna başlıyodu. Kanyon'a biyerlerde oturmaya gittim. Gözlerim biyerlere takıldığı için oturamadım hiç, gezdim. Ve sonra Taksim'de buluştuk. 

 Arkası az sonra.

Ron Carter Gecesi

Ki bu gece yaklaşık 5 gün önceye denk geliyo. Bi yerden başlamak lazım. :)


 Pınar'ın Kemal'iyle tanıştık ve çok sevdik kendisini. Bir ara ayrı ayrı yürürken Türkü'ye şey dedim, sence de Enes'e benzemiyo mu, hem fizik olarak, hem de o efendiliğinin altından her an bi bomba çıkabilirmiş gibi haliyle? dedim. Çok haklısın çok, dedi, ona da tam öyle gelmiş. Tabi çocuğa "sen şu pederzickler'e benziosun" desek, ve pederzickler'i biliyosa oldukça garip bir durum yaşanabilirdi. Bilmiyosa daha da garip bi durum yaşanabilirdi. O yüzden söylemedik, dolayısıyla Pınar'la da bu fikrimizi henüz paylaşamadık.

 Asmalımescit'teki o adını öğrenmemeye inat ettiğim yerlere dahil olan güzel ev yemeği restoranında yemek yiyip, Otto'da koştura koştura vodka fındık içip Babylon'a vardık. Konserin ilk bölümü çok güzeldi. Sahnedeki 3 müzisyen de sürekli gözleri kapalı şekilde çalıyolardı enstrümanlarını. Benim acaip kitap okuyasım geldi. Sonra neden öyle hissettiğimi anladım, hani kitap okurken arkada da müzik açarsan eğer, kitap sürükleyicileştiği zaman müziği pek algılamaz olursun, sonra müzikte güzel catchy biyer gelir, kitabı zor takip etmeye başlarsın ya. (allaam iyi ki blogumu çok insan okumuyor) İşte bu konserde de müzik hep kendiliğinden öyleydi. Dağılıp dağılıp güzel bi riff'le efendime söliyim güzel bi melodicikle kulaklarını toparlıyıveriyodu. Beynim de kitap okuduunu sandı. :P 

 Konserin bis kılıklı 2. bölümü başladığında millet çıkmaya başladı dışarı. Türkü kulaama eğilip "Ay gidiyo insanlar, bitmedi ki halbuki, çalıyo adamlar." dedi. Ben de "Evet ama allahtan onların sahnede gözleri kapalı, görmüyolar." dedim. Sonra Türkü "Düşünsene, salon boşalırmış, bunlar da yazık, gözleri kapalı sabaha kadar saatlerce çalarlarmış" dedi. Bunun üzerine, konserin 2. kısmı boyunca Türkü'yle katıla katıla durdurulamaz şekilde güldük. Neden öyle oldu bilmiyorum. Nezamandır birlikte gülme krizine girmiyoduk ama, (malum, mesafe) özlemişim çok.

 Böyleydi gece. Hemen birkaç saat öncesineki kuaför maceramdan zaten bahsetmiştim. Taksim'den kuaföre yürürken ise, konserde bunalmiyim diye fazla hafif giyindiğimi ve donacağımı anlayıp hemen Collezione'a girip üstüme bir hırka-mont karışımı bişey aldım. Resmen üzerime bişey almayı unuttuğum günler, meydana en yakın ve fiyatları en uygun yer diye zırt pırt Collezione'u zengin ediyorum. Üstelik bu konuda yalnız da diilmişim, onu öğrendim.

:(

:(

Şikayetler Vol 2

Öncelikle: Ajansa geldim biraz önce, kulaklığım monitör ve mouse kablolarının arasında kamufle olmuş, bıraktıım gibi bekliyomuş beni. Pek sevindim.

Gelelim bu sevincin bastırmaya yetmediği gıcıklıklarıma.

Dün konserden önce Türkü'nün uzun süredir tavsiye ettiği şu kuaföre gittim, saçım kırıkla dolu diye azıcık kestirmek üzere. Herzamanki gibi kısaltılmasını istediğimden çok daha fazla kısalttılar. Makası ellerine almadan önce her söylediğiniz sözü çok iyi anlıyolar, sonra kendilerinden geçiyolar. Hadi buna alışığım ve bunu göze almıştım. Sonlara doğru kuaför sordu bana "önünden küçük bir tutamı şu şekilde keselim mi, yanda kullanırsın" diye. "Ya aslında öyle bişey düşünüyorum ama daha uzun olması lazım, kısa istemiyorum" dedim. O da biraz daha uzattı.

Bu sırada saçım ıslak olduğu için bahsi geçen saç tutamı gerçekten ince görünüyodu, ve uzun. Kurutulduğu anda koccaman genişleyip bir de güzel kısalıp adeta bir kakül halini aldı. Hem de yandan. Emoyum şuan. Bu birincisiydi.

İkincisi, dün gece babaannem tekrar bize geçti. Dedecim öldüğünden beri babaannem 2-3 ay kuzenimde, 2-3 ay bizde, yazın da halamda kalıyo. Aileye bir insan katılması yeterince afallatıcı tabi ama babaannem birlikte yaşaması da çoook zor biri. Belki de en zor biri. Her gece saat 3 gibi kalkıp wc'ye giriyo, ilk 5 dakkada sifonu çekiyo, sonra yarım saat daha belki de daha fazla daha içerde kalmaya devam ediyo. O sırada ışıklar gözüme giriyo, yorganla ışık gelen noktaları bloklamaya çalışıyorum, busefer nefessiz kalıyorum, tam dalıcam yorgan sönüyo ve ışık tekrar gözüme giriyo. Babaannemin içerde ne yapıyo olabileceği hakkında baya kafa yorduk annemle geçen sefer. Bir "curious case of bidbidibid" haline getirdik, ne zaman yalnız kalsak "gece duydun dimi?", "üstelik busefer tırrrt tırrrt diye bi ses de geliyodu" filan diye konuşur olduk. Sonunda keşfettik ki saçını tarıyor, kremler sürüyor ve bakım yapıyomuş. Bakımına herzaman hepimizden çok düşkün olmuştur. (çünkü bizim o kadar zaman yaratmamız zaten imkansız olurdu) Ama saat 3-4 arasına da bir ritüel koyması, inanın bana, önümdeki şu kritik 2 ayda beni çoook yazdırıcak bu bloga. Bi de ışık söndükten sonra sinirden uyuyamama süresi var. Haydi pissssmi diyorum.

Üç: Sabahın köründe başka araç olmadığı için Bostancı'ya gitmek üzere taksi çaarıyorum hep. Ve bu çakal taksiciler Bostancı'ya yaklaşınca hemen "nerde iniceksin" diye soruyolar. "ışıklarda" dediğimde de "ozaman oraya kadar gitmiyim dönemeçte bırakiyim" diyolar. Çünkü istediğim yerde bırakırlarsa biraz daha ilerden dönmesi gerekicek, toplam 5 dakikasına malolucak. Benim ışıklara yürüme, yeşil yanmasını bekleme ve karşıya geçme süremle aynı! Peki parayı veren olarak düdüğü benim çalmam gerekmiyo mu bu durumda? Sabahın o saatinde 5 dakikanın hesabını yapmiycam da ne yapcam? Bi yere yetişme derdim yok da keyiften mi çıkmışım karga bokunu yemeden? Param mı batıyo ya da bana? Her sabah o verdiğim 10 milyona nası yanıyorum, nası içim gidiyo, bi de işime yarıyan yerde inemiycek miyim?

Hayır, haftasonu filan işim düştüğünde kendim söylüyorum zaten "Siz şuracıktan dönün" diye, ama bu yüzsüzlüğü gördükten sora yapmıycam artık onu da.

Peki ben ne yapıyorum derseniz, eğer keyfim yerindeyse "yok hayır, alt geçitten geçicem, duraklara gidiyorum, ışıklarda lütfen." diyorum (bundan sonra ısrar edeni bile oldu), keyfim yerinde diilse uğraşamıyorum "vadevır" diyorum. İyi günler de dilemiyorum. Onun da çok s**inde.

Bu sabah keyfim yerinde diildi, boyun eğdim, durakta 45 dakika dolmuş bekledim. Ve her dakika "acaba 5 dakika önce varsam önceki dolmuşu yakalar mıydım" dedim.

Şimdilik bukadar.

Denizcancan

Yanakları çok hoş Denizcan'ın.

Denizcan

Çok seviyorum. En sevdiğim arkadaşım. Keşke o da olsaydı bugün konserde. Samanta olmasaydı. Ühüh.

Hadi Bakalım

Bu gece bir aksilik olmazsa Türkü ve Pınar'la Ron Carter konserindeyiiiiz. Ve Pınar'ın Kemal'i 1 haftalığına Türkiye'ye döndüğü için onu da ilk defa görücez! Şimdi gece geç dönerim filan sevgili Bloggy, yazmaya vakit olmaz, tahmin ettiğim kadarıyla konser sonrası postumu şimdiden yazayım:

Bu gece Türkü ve Pınar'la Babylon'daydık. Konser çok güzeldi. Güzel müzisyen Ron Carter. Seyirci kitlesi de oldukça kaliteliydi, uzun zamandır bu kadar hoş çocuğu bir arada görmemiştim. Jazz konseri oldu mu ülkemizde yaşıyan bütün avrupalı şeker gençler bir araya geliyo malum. Biliyosun Bloggy, ben İstanbul kızıyım, burası kozmopolit bir şehir, erkekler aynı Spice Girls gibi, renk renk sıralanmışlar etrafa, her zevke hitap ediyolar. İçim sıkılınca gözlerimin bayram etmesi için bir İstiklal'e bir Kadıköy'e çıkmam kafi. Ama Bloggy, ne yalan söyliyim, uzun zamandır böylesini görmemiştim.

Peki Bloggy bu gece birinin eksikliğini çektim mi diye sorarsan eğer, pek düşünmeme gerek yok. Tabii ki Samantha Jones! Türkü ve Pınar, kusura bakmayın, arkadaşlığınızdan çok keyif alıyorum ama o ortamın hakkı anca Samantha'yla birlikte verilirdi. Alem kız.

Sonra eve döndüm, baktım ki Denizcan'ın gazı var, guk diyo, canı da sıkılmış. Kıyamam ona ben hiç, modum düştü bir anda. Güzel erkeğim benim, evimin erkeği sonuçta. İzliycek dizi de kalmamıştı bugüne, ben de bikaç tane komik reklam filmi yolladım youtube'tan, çok güldük, ben güldüm en azından.

Böyleyken böyle Bloggy, şimdi uyuycam, yarın ola hayrola. Öptöm

İkinci değerli kulaklığımı da kaybettim! Birincisini kaybettiğim gün, ajanstan çıkarken yanıma aldığımı ve yolda müzik dinlediğimi hatırlıyorum. Ama evi talan ettim yok. Bunun üzerine emektar Sennheiser'ımı devreye soktum, daha 1 hafta olmadı. Ve dün ajansta bıraktım! En son Cem yeni müşterimizi sevmediğinden yakınırken masamıza oturmuş elinde sallıyodu, yuvarlaklar çizdiriyodu. Sonra çıkarken herzamanki gibi masanın üstünde bişi bıraktım mı diye kontrol ettim, baktım yok, herşeyimi yanıma aldığımı varsaydım ve çıktım. Anca yarın ajansa gittiğimde görücem, hala orda mı yoksa uçmuş mu :(

Ales'e başvurmak için cumaya 2 gün kala, bugün, öğrenci işleriyle konuştum. Başvuru için randevu almak gerekiyomuş ve boş randevu saati kalmamış. Başka okuldan halledicekmişim. Başlarım böyle işe cidden.. :(